AVM’ler açılırken, bir hapishaneden diğerine
AVM’lerin açılması ile beraber haftalardır kapalı kutularda hapis olduğumuz evlerden, şimdi başka hapishanelere koşacağız gibi duruyor. Ama belki de bu sapkın alışveriş kültüründen vazgeçmenin zamanı çoktan gelmiştir.
Haftalar süren korana virüsü kısıtlamaları nihayet kademeli olarak kaldırılıyor. Hükümetin ilk aklına gelen, salgın Türkiye’de görüldükten hemen sonra kapatılan AVM'leri tekrar açmak oldu. Bilim Kurulu üyeleri bile “Keşke öncelik AVM’lere verilmeseydi” derken, ilk olarak AVM’lerin açılmasına şaşmamalı. İktidar nasıl en baştan beri salgın önlemlerinde tavrını sermayeden yana koydu, fabrikalar ve inşaatlar çalışmaya devam ettiyse, normalleşme aşamasında da ilk olarak yıllık 120 milyarlık cirosu ve 1 milyon kişiye sağladığı istihdam ile önceliği bu çok kazançlı sektöre verdi.
Alınan tedbirlere ne kadar uyulur, ne kadarı yeterli olur bilinmez ama yeni kurallar şöyle: Günde 10 saat açık olacaklar (daha önce 12 saat idi); kapasitelerinin yüzde 30’u kadar müşteri alınacak ve içerde kalma süresi üç saat ile sınırlı (ama çalışanlar 10 saat içeride); maske şart (artık satışı serbest, istediğiniz kadar alabilirsiniz); 3-12 yaş arası ve 60 yaş üstüne izin yok (kimlikler hazır olsun)… Ve bunun gibi daha birçok tedbir.
Bu kurallar eşliğinde alışveriş etmek ne kadar eğlenceli olur bilinmez. Ama evlere hapsolunca, internet üzerinden olur olmaz her şeyin sipariş edilmesi, kargo emekçilerinin 12 saate uzayan mesaileri, kendimizle baş başa kalınca alışveriş etmekten başka bir şey bilmediğimizi, bu acınası halimizi bizlere gösterdi.
O zaman hayatlarımızda bu kadar büyük yer tutan tüketim alışkanlıklarımız ve AVM’ler üzerine tekrar düşünelim. AVM’leri sadece içinde alışveriş ettiğimiz, yemek yediğimiz, eğlendiğimiz mağazalar, restoranlar, eğlence topluluğu olarak görme naifliğine düşülmesin. Neoliberal dünyanın tüketim toplumu için fiziksel varlıklarından çok daha fazlasını ifade ediyorlar. Fakat üretim ile tüketim arasındaki ilişkinin karmaşık ekonomi politiği AVM’lerin aslında ne olduğunu ve dolayısıyla da ne olmadıklarını bizlerden gizliyorlar.
Önce ne olmadıklarına bakalım.
AVM’ler medeniyet göstergesi olarak sunuluyorlar. Son rakamlara göre, İstanbul’da 93, Ankara’da 33, İzmir’de 21, Antalya’da 14, toplamda ise Türkiye’de 400’den fazla AVM bulunuyor. AVM’si olmayan kent sayısı ise sadece 22. Bir kentte müze ya da kültür ve sanat merkezi olmaması sorun edilmezken, AVM’nin olmaması büyük bir eksiklik olarak görülüyor; çağdaş ya da medeni olmanın kriteri tek bir yapı türü ve işlev yani tüketim ile sınırlanıyor.
Hatırlayın, İstanbul Mecidiyeköy’de 2005 yılında açılan ve dünyanın ikinci (birincisi ABD’de Mall of America) Avrupa’nın ise en büyük AVM’si Cevahir, “Avrupa’yı İstanbul’a getirdik, hem de pasaportsuz girilebilecek” sözleriyle lanse edilmişti. Oysa AVM’ler çoğunlukla Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere özgü bir anomali. Kapitalizmin ve modernliğin beşiği Avrupa'da neredeyse yoklar. Onların yerini kent hayatını öldürmemesi amacıyla özellikle şehir dışına inşa edilen büyük mağazalar (department store) alıyorlar.
AVM’ler ile ilgili diğer bir iddia ise yeni tür bir kamusallık yarattıkları. Kamusal alanlar farklı sınıftan, kimlikten, kültürden insanların bir araya geldikleri, tesadüflere, melezliklere ve önceden tasarlanmamış olaylara açık mekânlardır, kentlerin sokakları, parkları ve meydanları gibi. AVM’ler ise dışarısını bir elektrikli süpürge gibi emer ve önceden tasarlanmış gösteriler, etkinlikler, dinletiler, nesnelerin ve ışığın bolluğu ile insanları büyüler, kalabalıkların içinde yalnızlaştırırlar.
Bu kapalı kutuların girişinde alarm düzeyi düşürülmüş x-ray cihazları (yoksa her geçen için alarm çalar, akış dururdu) ve bazen gelişigüzel üst aramalar ile kontrolden geçilir ve sahte bir güvenlik duygusu yaratılır. Mesaj, “dışarısı tehlikelidir ve içerde sevdiklerinizle güven içinde tüketebilirsiniz”dir. Bu sahte güvenlik gösterisine şimdi girişte insanların ateşinin ölçülmesi ekleniyor. Ama korona virüsünde zaten asıl sorun hiçbir belirti göstermeyen hayalet taşıyıcılar değil mi? Ayrıca AVM’lerde kapalı hava sirkülasyonu ile iklimlendirme yapıldığı ve 1,5 metre sosyal mesafesinin anlamsızlaşacağı unutuluyor; hiç kimse bu konuları yüksek sesle dile getirmek istemiyor.
Peki, o zaman bu büyük kapalı kutuları nasıl anlamlandırmalıyız?
Öncelikle anlamamız gereken hepimizin 24 saat çalışan işçiler olduğumuz. Üretimin mekânı fabrika ise tüketimin mekânı AVM'dir. Biri diğerinin aynadaki yansımasıdır. AVM’ler de, tıpkı fabrikalar gibi mekân-zaman örgütlenmesine dayalı ama üretimi değil tüketimi arttırmayı amaçlayan araçlardır. Üretim araçları, nasıl işçileri tek bir mekânda denetim altına alır ve emeği yoğunlaştırırsa, tüketim araçları da tüketicileri tek bir mekânda toplar, denetim altına alır ve birim zamanda tüketimi arttırırlar.
Aslında tüm üretim araçları gibi rasyonel örgütlenmelerdir, ancak fabrikadan farklı olarak bunu gizlerler. Fabrika tezgâhının tam tersine nesnelerin sabit, tüketicilerin hareket halinde olduğu gizli bir tüketim bandına sahiptirler. Yemek katı, özellikle en üst katta yer alırken, mümkün olduğunca uzak noktalarda konumlandırılan çekici mağazalarla tüketiciler, yürüyen merdivenler aracılığı ile farkında olmadan tüm AVM’yi gezerler. İçerideki sabit sıcaklık ve parlak ışık, sonsuz bir bahar ve gündüz yanılsaması yaratır; tüketimi, zaman dışı, kesintisiz, ütopik bir eyleme dönüştürür. Orta boşluktaki herkese açık gösteriler ve kampanyalarla tüketim sahte bir haz duygusu ile birleştirilir, böylelikle “tüketim eşittir eğlence, eğlence eşittir tüketim” denklemi zihinlerde kurulur.
YENİ NORMALİN AVM’LERİ
Şimdi tekrar bu eğlenceli dünyaya çağrılıyoruz. Tekrar tüketim (ihtimali) ile kendimizden geçmemiz ve nesneler ile avunmamız isteniyor. Ve tekrar pandeminin bir kez daha bizlere gösterdiği sınıfsal eşitsizliği unutmamız bekleniyor.
Ancak sokağa çıkma yasakları ile beraber insanların marketlere hücum edip, tüketim mabetlerinde raflar boşalınca güvenlik teknolojileri ile sarılı dünyalarımızın kırılganlığını gördük. Yaldızlı bolluk dünyasını kazıyınca, hemen altından insanlığın “tarihsel kitlesel açlık korkusu” ortaya çıkıverdi. Bu nedenle AVM’lere olan inancımızı tazelemeleri vakit alacaktır. Hatta AVM’lerin yeni normalde modası geçmiş bile olabilir ve yerlerine başka tür tüketim örgütlenmeleri ile karşılaşabiliriz.
Daha önemlisi tüm gündelik alışkanlıklarımız ve mekânsal karşılıkları altüst oldu. Küresel bağımlılıklarımız, aslında yerelin ne kadar önemli olduğunu, kapitalizmin ürettiği fiziksel maddi dünyanın karşılığı kentlerde nasıl kümelendiğimizi, üretim ve tüketim ilişkilerinin insanları mekânda nasıl yoğunlaştırdığını acı bir şekilde bir kez daha hatırladık. Tabii en önemlisi deprem ya da virüs felaketlerinin sadece doğal bir afet olmadığının, sınıfsal olduğunun farkına vardık.
200 yıllık üretim ve tüketim ilişkilerinin tekrar gözden geçirilmesi ve mekânda seyrelmemiz gerektiği ortada. Modernliğin en belirleyici özelliklerinden biri olan meta ve insan dolaşımını, coğrafi bir ölçek olarak “yer”in, başka uzak yerlerle kurduğu ilişkileri tekrar düşünmek zorundayız. Fakat bir yandan da korona virüsünün tüm hatırlattıklarına rağmen, mevcut gelişme ve tartışmalara bakıldığında daha baskıcı bir dünya ortaya çıkmakta. Yine de Foucault’un dediği gibi “İktidarın olduğu yerde direniş de vardır” ve bu direnişin artık yeni bir sözlüğü var, ötekinin dili daha anlaşılır oldu. Bu süreçte insanlar birbirleri ile empati kurmanın yeni yollarını öğrendiler; açıkçası bu umuda sığınmak istiyorum.
Evet, AVM’lerin açılması ile beraber haftalardır kapalı kutularda hapis olduğumuz evlerden, şimdi başka hapishanelere koşacağız gibi duruyor. Ama belki de bu sapkın alışveriş kültüründen vazgeçmenin zamanı çoktan gelmiştir. Şu iki aylık pandemi deneyimi sonrası AVM'lere gitmemek nesneler ile uyuşturulmuş tüketim toplumu insanının en devrimci hareketi olabilir. Neler olacağını hep beraber göreceğiz.