YAZARLAR

Gerçeksilik: Burjuvazinin vebayla imtihanı

H.F.’nin yoksullara karşı tavrı ilginçtir. Bir yandan onların işsizlik kaygısıyla en tehlikeli işlere bile gönüllü olmalarını “gaddar bir cesaret” olarak tanımlar. Ancak diğer yandan sokakta rastladığı ailesini geçindirmeye çalışan yoksul kayıkçıya övgüler düzer, hatta sadaka verir. Ancak bununla da kalmaz, Thames nehrinde demirlemiş karantinadaki gemileri görmek için kayıkçıdan ricada bulunur. Ekmek parası için işe çıkan yoksul sandalcı Tanrı’nın koruduğu zavallı bir mümindir belki. Ama merakını gidermek için sandala binen H.F. varlıklı bir aptal değil midir? Bu soru tabii ki hiç kurcalanmaz.

“Gerçekten o kadar çok, çok, çok korkunçtu ki hiçbir dil ifade edemez”

Daniel Defoe’nun 1722 yılında yayımladığı ve 1665 yılındaki Londra vebasını anlatan “Veba Yılına Ait Bir Anı Defteri” (A Journal of the Plage Year) ve “Ruhsal ve Bedensel Olarak Veba İçin Gerekli Hazırlıklar” (Due Preparations for the Plague, as Well for Soul as Body) adlı eserleri modern edebiyatta salgın hastalıkları konu edinen ilk metinler olarak tartışılır. Defoe bu metinleri 1720’de Marsilya’da baş gösteren veba üzerine kaleme almıştır. Yazarın Londra’ya da uğraması beklenen veba konusunda okurlarını bilgilendirmeye ve/veya okurların vebayla ilgili bilgilere rağbet edeceği beklentisiyle bir best-seller yayımlamaya çalıştığı öne iddia edilebilir.¹ Bunun yanında o dönem iktidarda olan (ve liberallerin atası sayılan) Whig Partisi’nin aldığı önlemlerini savunan bu metinler birer propaganda metni olarak da değerlendirilebilir. Ancak ana karakterin korku ve kuşkularını kaydeden Anı Defteri’nin, kısa hikayeler vasıtasıyla önlemleri açıklayan Gerekli Hazırlıklar’dan farklı olarak sadece bir propaganda metni olarak görülemeyeceği akla yatkın geliyor.² Hükümet propagandası ve ticari başarı beklentisini azımsamamakla beraber Anı Defteri’ni Ortaçağ’daki şikayet edebiyatı ve Protestan veba kitapçıklarıyla karşılaştıran Margaret Healy, Defoe’nun romanını bu tarihsel geleneğe dayanan ancak aynı zamanda geleceğe bakan bir anlatı olarak değerlendiriyor:

“Bu - her türlü romanın çekirdeğini oluşturan - öznel ve toplumsal, özel ve kolektif arasındaki iç içe geçmiş ilişkilerin karmaşık dokusunu veren ilk veba anlatısıdır…”³

A Journal of the Plage Year, Daniel Defoe

Healy’ye göre veba ve roman arasındaki ilişki sanılandan çok daha yakındır: Anı Defteri, anlatı tekniklerinin orijinalliği ve tarihin dinamik kullanımıyla romanın doğuşunu ilan eder. Gerçekten de Anı Defteri’ne gerçeklik süsü veren, anlatıcının inandırıcılığını ve anlatının okurun hayalgücü üzerindeki etkisini arttıran çok sayıda öğe vardır. Bunların en başta geleni de ismi roman boyunca saklı kalan anlatıcı karakterin kuşkuculuğu ve hatta tarif etme kabiliyetini yitirmesidir. Gerçek o kadar korkunçtur ki anlatmaya kelimeler kifayet etmez! Defoe anlatıcılığının yetersiz kaldığı numarasına yatarken okurun - gerçekle “gerçeksi” arasındaki sınırda yer alan – hayal gücünün kapısını aralar. İfade edemediğini itiraf eden anlatıdan daha gerçeksi ne olabilir?

İSİMSİZ BURJUVANIN HAYALİ ANILARI

“Ah! Ölüm, ölüm, ölüm!”

Anlatıcımız boşalmış Londra sokaklarında gezinirken birden bire bir pencereden yankılanan Londra sakininin feryadı okurun yüreğini dağlar. Gencecik kızında vebanın semptomu hıyarcığı gören bir anne midir? Yoksa yakınlarının ölümüne şahit olduktan sonra kendi ölümünün işaretlerini gören biri mi? Anlatıcı Romantik çağ edebiyatının kalabalıklar içindeki yalnız gezen flâneurünün öncülüdür belki ama ondan farklı olarak bomboş sokaklarda karantina altındaki evlerde yapayalnız kalmış, komşularının bile yardıma koşmadığı insanların son feryatlarına tanıklık eder. Kimliği gizlidir ve isminin baş harfleri olan H.F. ancak Anı Defteri’nin sonunda yer alır. Kurguya gerçeklik süsü veren tekniklerden biri de bu esrarengiz anonimliktir. Eserin başında ise sadece H.F.’in mesleğinin saraçlık (eyercilik) olduğu belirtilir.

H.F. anlatıya başlarken önünde iki önemli meselenin olduğunu söyler: İşini ve dükkanını devam ettirebilmek ve hayatını koruyabilmek. Salgının başında H.F.’nin Londra’yı terk etmesini telkin eden ağabeyiyle ve kendi kendine yaptığı tartışma karaktere gerçeksi bir derinlik katar. Ağabeyinin dediği gibi işini kaybetmek konusunda Tanrı’ya güvenmeyip hayatını kaybetmek konusunda güvenmek mantıksızdır. Ancak H.F. karşı koyamadığı bir merak veya merak kılığına girmiş bir kararsızlıkla kendini Tanrı’ya havale ederek Londra’da kalmaya karar verir. Kararı gerçekten kendisine mi aittir? Acaba Londra’dan kaçmasında yardım edecek hizmetçisi ortadan kaybolmasa veya uygun bir at, araç temin edebilse gidecek midir? Yoksa Tanrı sonraki nesillere bir şahitlik bırakabilsin diye H.F.’i sınamakta mıdır? Nihayetinde kararı alan H.F. midir, yoksa ilahi irade mi?

BİRLİK BERABERLİK GÜNLERİNDE SARAY VE DİN

Defoe 1660’ta monarşinin restorasyonuyla toplumdan dışlanan bir Protestan inancı olan Dissenter cemaatine üyeydi. XVIII. Henry’nin Protestan Anglikan kilisesini fazla “Katolik” bulan bu grup 1649’da I. Charles’ı idam edip İngiltere’de cumhuriyet idaresini kuran Oliver Cromwell’in tabanını temsil etmekteydi. Cromwell’in ölümü üzerine tahta geçen II. Charles döneminde Dissenter cemaatine kuşku ve korkuyla bakılırdı. II. Charles’ın Dissenter ve Katolikleri sisteme entegre etme girişimi Anglikan kilisesi tarafından tepki görmüş, II. Charles’ın yerine tahta geçen Katolik II. James de 1688’deki Muzaffer Devrim’le Fransa’ya kovulmuştu. James’ın kızları Mary ve Anne’in mirasçı bırakmamaları üzerine İngiliz tacı 1714’te birkaç kelime İngilizce konuşabilen bir Alman prensi Hanover dükü Georg’a kalmıştı, çünkü parlamentonun Protestanlık koşulunu yerine getiren yegane mirasçı oydu. Defoe sadece Dissenter değil aynı zamanda II. Charles’ın darbe yapmaya çalışan gayrimeşru oğluna da yardım etmiş biri olarak yeni rejim içinde parlamentoda çoğunluğu sağlayan Whiglere yanaşan bir pozisyon almıştı. Romanda bu pozisyonunu iki önemli konuda görüyoruz: Saray ve Dissenter cemaati.

H.F. II.Charles’ın sarayına çok fazla bulaşmasa da pek iyi şeyler de söylemez. Vebanın yayılmasına üzerine sarayın Haziran’da Oxford’a taşındığını belirtirken Tanrı’nın onları hastalıktan korumayı uygun görmüş olduğunu ancak buna karşın saray ekabirinin hiçbir şükür veya “reform” emaresi göstermediğini, bu musibetin kendi kötülüklerinin ve günahlarının bir sonucu olduğu inancının yerleşmesinden çekindiklerinden bahseder. H.F.’ye göre saray (Katolik XIV. Louis’nin Versailles’ına özenen) Fransız usulü eğlenceleri yasaklayarak endişeli ve alakadar görünmeye çalışsa da aslında gamsız bir şekilde yaşamaya devam eder.

H.F. resmi devlet dinini temsil eden Anglikan kilisesine de eleştiriler yöneltir. Papazlar, vaazlarında insanlara umut vermedikleri gibi tersine yüreklere korku salarlar. Hatta bir kısmı korkudan kiliselerini ve cemaatlerini terk edip şehir dışına kaçarlar. Bunun üzerine vebadan önce toplantılarına bile izin verilmeyen Dissenter vaizler bu kiliselerde halka hizmet vermeye başlar. Veba ortamında dinsel ve siyasi ayrılıklar ortadan kalkmış, Dissenterlar tekrardan kamusal hayata geri dönmüştür. H.F. veba sonrasında bu birlik beraberlik havasının kaybolduğundan yakınır. Halkı birleştiren ölüm korkusu geçince toplum yine eski ayrışmalara geri döner.

KOBİ PERSPEKTİFİYLE SINIFLAR

H.F.’nin küçük işletmeci perspektifini en açık şekilde yansıtan satırlar kuşkusuz zenginler ve yoksullar, bilhassa yoksul kadınlar üzerine yazdıklarıdır. Zenginler için iki seçenek vardır: Ya saray gibi şehri terk edip taşradaki malikanelerine çekilmek ya da her türlü ihtiyaçlarını stoklayıp şehirdeki evlerinden aylarca çıkmamak. H.F. şehirden kaçan varlıklı yurttaşların Londra’daki yoksulları unutmadıklarını, önceden emeğiyle geçinen bu yoksulların ülkedeki asiller ve eşrafın hayırseverliğiyle yaşadığını söyler.

Saraya ve devlet dinine karşı iğneleyici, burjuvaziye ve asillere karşı şükran dolu satırlar yoksullara gelince merhametle aşağılama arasında bir dile bürünür. Kamu yardımı olmasa halleri çok daha beter olacak yoksullar anlatının en acınası ve korkulası “nesneleri”, “yaratıklarıdır”. İngilizce’de hem zavallı ve hem de yoksul anlamına gelen “poor” kelimesi bu satırlarda eş sesliliğin ötesinde bir anlam birliği yaratır. Zaten düşüncelerinde cahil ve aptal olan yoksul halk, veba öncesinde acımasızca kötücül ve düşüncesiz olduğu gibi, veba sırasında korkudan aşırı aptallıklara yönelmiş, çareyi astrologlarda, falcılarda, büyücülerde arar hale gelmiştir. Sağlıklıyken inatçı ve aptal olan yoksullar veba zamanında iş bulabilmek için en tehlikeli işlere bile gönüllü olmuşlardır. Zaten salgın en fazla yoksullardan can alır.

H.F.’nin yoksullara karşı tavrı ilginçtir. Bir yandan onların işsizlik kaygısıyla en tehlikeli işlere bile gönüllü olmalarını “gaddar bir cesaret” olarak tanımlar. Ancak diğer yandan sokakta rastladığı ailesini geçindirmeye çalışan yoksul kayıkçıya övgüler düzer, hatta sadaka verir. Ancak bununla da kalmaz, Thames nehrinde demirlemiş karantinadaki gemileri görmek için kayıkçıdan ricada bulunur. Ekmek parası için işe çıkan yoksul sandalcı Tanrı’nın koruduğu zavallı bir mümindir belki. Ama merakını gidermek için sandala binen H.F. varlıklı bir aptal değil midir? Bu soru tabii ki hiç kurcalanmaz.

Yoksulların emeği H.F.’nin anlatısında görünmezleşir. H.F. şehirdeki idarecilerin vebayı iyi yönettiğinden bahseder. İaşe sıkıntısı yaşanmamış, fiyatlar çok artmamıştır. Ayrıca cesetler ortada bırakılmamış, gömülmüştür. Bütün bu gurur tablosunun başarısı emekçilerin değil yöneticilerin hanesine yazılır. Ölüleri gömen yoksullar da işe mecbur olduğu için ölümcül işlere atılan cesur aptallar olarak kayda geçerler.

MEZARCI VE TANRI

“‘Bu konuşan bir manzara’ dedi, ‘Ve bir sesi var, bizi tövbeye çağıran yüksek bir sesi’…”

Ölülerin gömüldüğü toplu mezarlığı görmek istediğinde böyle uyarır mezarcı H.F.’yi. Kulaklara seslenen bir manzara resmeder böylece Defoe. Bugün haberlerde rastladığımız mezar manzaralarına eşlik eden seslere benzer. Ama aslında duyduğumuz Tanrı’nın değil, mezarcının sesidir. Modern edebiyatın bu ilk örneği mezarcının sözünü aktarır ama ilahi bir ses duyduğumuzu hayal etmemizi ister. Hayal gücümüzü kışkırtırken bizi şaşırtır, korku salarken imana getirmeye çalışır. Ama bu esnada yazar halkı kandırmaya çalışan şarlatanlardan, okur da küçümsediği aptal halktan ne kadar farklıdır acaba?

¹ David Roberts Defoe’nun 1709 yılından itibaren veba üzerine yazmaya başladığını belirtiyor. bkz.: “Introduction”, Daniel Defoe, A Journal of the Plague Year içinde, Oxford University Press, 1990. Yazı için başvurduğum metin Oxford Üniversitesi Yayınları’nın bu baskısının elektronik kopyasıdır.

² David Brooks, “Daniel Defoe’s Journal of the Plague Year”, Disasters: Image and Context içinde, Peter Hinton (Der), Sydney, NSW, Sydney Association for the Study of Literature and Culture, 1992, s. 168.

³ Margaret Healy, “Defoe’s Journal and the English Plague Writing Tradition”, Literature and Medicine 22(1), Bahar 2003, s.40.