Çağın medeniyet eşiği: Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi ve İstanbul Sözleşmesi
Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefi bugün kesinlikle toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini gerçekleştirmeye bağlı. Fakat kültürel iktidar korkusu siyasi iktidarı öylesine kuşatmış ki evrensel değerlere savaş açıp kendi mevzuatını bile uygulamıyor. Uygulamadığı yetmezmiş gibi kaldırmaya, yok etmeye hazırlanıyor.
Yüzyıllardır kültürel iktidarın “Batı” üstünlüğüyle kurulmasından dolayı bugün hâlâ ülkemizde siyasal iktidarın, kendisini muktedir hissedemeyişine ve buna bağlı derin korkularına değinmiştim son yazımda. Ve kültürel iktidara karşı kültürel muhalefet taktiğine kilitlenerek zor olan kültür üretimi çabasındansa kolay olduğu düşüncesiyle toplumu yeniden inşa niyetine yöneldiklerini yazmıştım. Sosyal mühendislik denemeleri, yerli kültürel iktidarı temsil eden ve evrensel değerleri benimsemiş kesimleri düşmanlaştırmakla yürütülüyor. Bilinçli seçimle kutuplaştırma siyaseti izlenmesi, ahlaklı değil ahlakçı yaklaşımla özel ve kamusal alanlarda toplum hayatına istenilen formu vermeyi kolaylaştıracak bir araç olarak kullanılıyor. Sosyal mühendislik, özellikle iktidarın kadın politikalarında çok rahat izlenebilir halde. Kadın politikası dediysem de aslında yürütülen, kadın haklarını içermeyen bir aile politikası. Kısa kısa birkaç örnekle hatırlayalım hemen.
Çocuk istismarına erken evlilik adının takılması, Medeni Kanun'un delinmesini yani mevzuatın ciddi şekilde hırpalanmasını kolaylaştıracak. Orta Çağ tarım toplumu evlilik yaşı, erkekler için değil sadece kız çocukları için dini değer sayılıyor. Çocuk istismarı gerçeği, kadın hakları, çocuk hakları, uluslararası sözleşmeler, anayasa, yasa kimsenin umurunda değil. Mesele kız çocuğunu güçlü bir kadın olmaktan alıkoyacak şekilde baskı altında tutarak evdeki erkek tahakkümünü sürdürmek. Aile toplumun temeli anlayışı, devletin mikro modeli olmasını dayatıp otoriter iktidarı sürdürmeyi kolaylaştıracak bu hesapça. Kadınlar ve çocuklar adeta “sarf malzemesi” bu düşünce biçiminde, kolayca harcanıyor. Evrensel değerlerle uyumlu yasal mevzuat, Batı dayatması, öteki/düşman kültürün unsurları sayılıp yok edilmek isteniyor. Medeni Kanun bunların başında tabii ki…
Yeni bir sosyolojik doku icadı, Medeni Kanun'a muhalefeti gerekli kıldığından nafaka düzenlemesi de yok edilmesi gerekenlerin başında sayılıyor. Yoksulluk nafakası karşıtlığının yükselişi ve iktidardan bulduğu destek de bu çerçevede toplum hayatını yeniden şekillendirmek amaçlı. Oysa ekonomik eşitsizlik devasa bir uçurum olduğu için boşanmış kadının maddi açıdan desteklenmesi gerçek bir toplumsal ihtiyaçtı. Medeni Kanun'da var olan boşanma hakkının gündelik hayatta uygulanabilir oluşu, kadınları ekonomik yönden kısmen de olsa destekleyecek nafakanın, süresiz olarak bağlanmasını gerektiriyordu. Çünkü evrensel insani değerlerin gereğiydi kadının güçlenmesi. Ve tabi ki kadını güçlendiren, eskiden olduğu gibi kölelik düzeyindeki evliliklere tahammül etme çaresizliğinden kurtaran, evdeki eril tahakkümü baskılama potansiyeli içerdiğinden yükseldi itirazlar. Kadının güçlenmesini ve kültürel dönüşümü, zihniyet dönüşümünü mümkün kılacak bu uygulama en çok itiraz edilenlerden oldu. Sosyal mühendisliğin kadını baskılayarak toplumu evrensel değerlerden uzaklaştırma hamlesiydi. Yasayı değiştirmelerini kadın hareketi engelledi ama iktidarın şark kurnazlığıyla uygulamayı değiştirmesini önlemek mümkün olmadı. İktidarın emrindeki yargı, doğrudan erkeklerin cüzdanını ilgilendiren nafaka konusunda her kesimden erkek destekçiyi bulmakta zorlanmadığı için bütün diğer adaletsizliklerden çok daha kolay şekilde yasa değişmeden hukuku dolanarak, uygulamada yoksulluk nafakası süreyle sınırlandırılmaya başladı.
Sosyal kalkınma ve insani gelişme açısından toplumların düzeyini belirleyen ölçütlerin başında kadının toplumsal statüsü geliyor bilindiği gibi. Kadın katılımı ve eşitlik mücadelesinin ulaştığı düzey belirliyor, insani gelişmeyi. Engelliler, çocuklar, yaşlılar gibi dezavantajlı grupların konumu da ancak toplumun yarısını oluşturan kadınların statüsü yükseldikçe iyileşiyor. Kadının toplumsal statüsünün yükselmesi önündeki en büyük engellerden birisi de eril şiddettir. Eril şiddet bir politik tercih olarak kadına sınır çizmek için yaygın olarak kullanılıyor. Anlık öfke filan kesinlikle değil bilinçli bir seçim eril şiddet ve toplumu geleneksel yaşam formlarında tutabilmek için ailedeki erkek egemenliğinin en önemli enstrümanı sayılır. Toplumu değil, belki sadece kadınları tarım toplumu yaşam biçimlerinde dondurmak murat ediliyor. Erkekler, çağın nimetlerinden özgürce yararlanabilir, bu bakış açısında.
Politik seçim ve yaygın oluşuyla kendine mahsus karakteristik özelliklere sahip eril şiddetle mücadele için iyi tasarlanmış mekanizmaların gerektiği çok açıktı. Bireyi şiddete karşı koruma yükümlülüğü de haliyle devletin temel görevlerinden olmalıydı. Dünyada ve ülkemizde kadına yönelik şiddetin artması kadar bu şiddetle mücadelenin özel uzmanlık gerektirmesi nedeniyle hazırlandı İstanbul Sözleşmesi. Şiddetin farklı biçimlerinin her birini çok iyi tanımladı ve ayrı ayrı mücadele kuralları tespit etti, sözleşme. Aynı zamanda devletleri, şiddetten koruma yükümlülüğünü yerin getirmeye zorlayacak, bağlayıcı niteliğe sahip bir uluslararası sözleşme olarak tasarlandı. Şiddetle mücadelenin en önemli adımı olarak şiddetin gerçekleşmeden önlenmesini sağlayacak düzenlemelere de yer verdi, sözleşme. Sadece fiziksel ve cinsel şiddetten de ibaret değildi. Bazen fiziksel ve cinsel şiddete eşlik eden bazen bu şiddet biçimlerinin öncülü olarak kullanılan ekonomik ve duygusal şiddeti de tanımlayarak mücadele ve önleme kapsamına aldı. Aynı zamanda hâlâ bizde ve pek çok ülkede ulusal mekanizmalarda tanımlanmamış olan ısrarlı takip şiddetine de yer vererek ataerkinin kadını kuşatan şiddet araçlarını elinden almayı mümkün kılacak özelliklere sahip oldu.
Türkiye’nin ilk imzacı olmasında, Nahide Opuz davasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 2009 yılında verdiği mahkumiyet kararı etkiliydi. AİHM tarihinde kadına yönelik şiddet suçuyla ilişkili verilen ilk mahkumiyet kararıydı ve Türkiye AB sürecinde prestijini yükseltmek zorundaydı. Mevlüt Çavuşoğlu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığı'nı yürütüyordu. Başbakan olarak Erdoğan 2011 yılında imzaladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve AP’de Çavuşoğlu ikilisi Türkiye’den sonra diğer Avrupa Konseyi ülkelerinin de imzalayıp onaylaması için özel çaba harcamışlardı. Yani bugün günah keçisi ilan edilen İstanbul Sözleşmesi'nin bir an önce uygulamaya geçirilebilmesi için, 2011-2014 yıllarında Türkiye hükümeti, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de özel desteği ve bakanları, bürokratları düzeyinde hummalı bir lobi çalışması yürütmüştü Avrupa’da. Son günlerde Pelikan bağlantılı olduğu tahmin edilen yazarlar öncülüğünde İstanbul Sözleşmesi Ahmet Davutoğlu’na bir kusur gibi yapıştırılmaya çalışılıyor. İşin garibi Davutoğlu adına kimi partilileri de “Davutoğlu’nun ‘suçu değil’, Erdoğan imzaladı” minvalinde savunmaya girişti. İşin esası o yıllarda iktidardaki herkes İstanbul Sözleşmesi için elini taşın altına koymuştu. Çünkü bu sözleşme bir medeniyet çıtasıydı. Nitekim 2012 yılında meclis onayına sunulan sözleşmeyi bütün partiler desteklemiş, tek bir fire vermeden dönemin milletvekilleri oy birliğiyle onaylamışlardı. Gerçi Mehmet Metiner ‘neye oy verdiğimizi bilmiyorduk’ sözüyle iradesini ipotek ettiğini itiraf ederek karşı çıkıyor olsa da o iradenin bugün de başka kanallara ipotek edilmediğini kimse iddia edemez. Ve akabinde sözleşmenin öngördüğü sayıda üye ülke onayının gerçekleştiği tarih olan 2014’te uygulama aşamasına geçilmişti.
Şiddetle mücadelenin etkin yürütülmesi eril şiddetin kökenini teşkil eden eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına bağlıydı ve maalesef tam 2014’te uygulamaya geçildiği zaman patriarkal lobi de karşıt kampanyaya başladı. Aile dediler, gelenek, görenek, din, iman dediler ama en çok yerli ve milli hassasiyetini kışkırtarak Batılı değerler dediler, karşı çıkış gerekçeleri olarak. Ama şiddet, şiddetle mücadele ihtiyacı, eril şiddetin ciddi bir toplumsal sorun oluşu, kadınların hayatı ve haysiyeti onların yüce(?) değerlerinin yanında hiç önem taşımadı. En çok da sözleşmenin toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini temel alan bağlayıcılığı nedeniyle itiraz ettiler, ediyorlar ve giderek güçleniyorlar. İmzalayanların, uygulanması için çalışanların bile bu ithamlardan etkilenip birbirini suçladığı günlerdeyiz.
Oysa toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi, BM bünyesinde düzenlenen Pekin Dünya Kadın Konferansı'nda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 160 ülke tarafından kabul edilmişti. 15 Eylül 1995 tarihli Pekin Deklarasyonu ve Eylem Planı, dünya kadın konferanslarının dördüncüsünün gerçekleştirildiği Pekin'de kabul edildiği vakit imzacı ülkeler, toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini kendi toplumlarında yaşama geçirmek üzere gerekli düzenlemeleri yapacaklarını ilan etmişlerdi. Sosyal kalkınma ve insani gelişmenin ölçütü olarak kabul edilmişti toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi. Bu, bir gerçek elbette ama ekonomik gelişme açısından da toplumların yarısının üretimin dışında tutulması, kalkınmayı engelleyen etkenlerin başında geldiğinden gerekliydi. Aynı zamanda siyasal düzenin demokratikleşmesi için eşit yurttaşlık haklarının uygulanmasını önleyen eşitsiz cinsiyet rejimlerinin değişmesi gerekiyordu. Ve tabii ki hukuki eşitliğin kağıt üzerinde kalmasını önleyecek, eşitliği hayata geçirecek yöntem buydu. Adaletin gereğiydi zira en büyük ve en eski en yaygın adaletsizlik tüm toplumlardaki kadına yönelik ayrımcılıklardı. Bunun için gerekliydi toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi. Üstelik insan ve yurttaş hakları beyannamelerinin üzerinden iki yüzyıldan fazla zaman geçmişti ve hâlâ kadınlar insan haklarından eşit yararlanamıyorlardı. Çünkü zaten onlar adı üstünde ‘human rights’ idi. İnsan dendiğinde erkek anlaşılan, bu şekilde anlamlandırılıp uygulanan hakların kadınları kapsamayışı hep tartışıldı. Ve tam da bu nedenle Olympe’miz, Clara’mız, Martha’mız kadınlar için yurttaş hakları bildirgesi, sosyalist kadın hakları bildirgesi yazmış, kadın enternasyonalini düzenlemişlerdi geçmişte. Cinsiyet eşitliğine dayalı toplum ve aile düzeni ta 1791’den beri kadınların ulaşmak istediği seviyeydi, yani. Dünya ancak iki yüzyıl sonra idrak edip deklarasyonu ve eylem planını imzalayabildi. Ama hâlâ taahhüdünü gerçekleştirmiş tek bir örnek ülke yok. Tersine bu ilkeden vazgeçmek isteyen ülke çok.
Çünkü devreye Vatikan girdi. Toplumsal cinsiyet adaleti kavramını icat etti. Rus Ortodoks Kilisesi aynı fikirde birleşti. Müslümanlar geri kalır mı? Ortodoksi Sünniler de ortodoksi Şiiler de, radikal İslamcısı, siyasal İslamcısı, Selefisi akla gelen pek çok grup ve ülke Vatikan’ın koluna girdi. Tıpkı Macaristan’ın İstanbul Sözleşmesi'nden imzasını çekme gerekçelerine benzer ortak tepkiler veriliyor. Kimisi Hıristiyanlık değerlerine kimisi İslami değerlere aykırı buluyor. Farklı din ve farklı mezhepler her konuda sürekli çatışma halindeyken patriyarka savunusunda ortaklaşıyorlar. Hegemonik erkeklik, bütün dinlerin değil kesinlikle ama yine kesinlikle bütün din “adamlarının” vazgeçilmez dini değeri. Onlar human çünkü, onlar adem/adam çünkü ve onların dar din anlayışları gibi daraltılıp er kişiye indirgenmiş insanlıkları, kadını içermiyor. Eşcinsellikse sadece LGBTİ+ bireyler onların elinde seks oyuncağı olmaktan çıkmak istediklerinde itiraz ettikleri bir olgu. Asıl mesele kadını, erkekle eşit görmek istemeyişleri.
Diyanetin hutbede, vaizin iftarda hayır duası değil nefret söylemi saçması boşuna değil. Alt yapısı sağlam ama daha önemlisi sosyal mühendislikle yeni toplum inşa etmeye girişmiş siyasi iktidardan torpilliler. Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefi bugün kesinlikle toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini gerçekleştirmeye bağlı. Fakat kültürel iktidar korkusu siyasi iktidarı öylesine kuşatmış ki evrensel değerlere savaş açıp kendi mevzuatını bile uygulamıyor. Uygulamadığı yetmezmiş gibi kaldırmaya, yok etmeye hazırlanıyor. Katolik Kilisesi 5’inci yüzyılda “kadın insan mı” konulu dini tartışmalar gerçekleştirmişti. Suudi Arabistan daha birkaç yıl önce benzerini yaptı. Din otoriteleri de, otoriter siyasetçiler de kadına karşı, kadın düşmanı.
Osmanlı modernleşme süreci softaların, yeniçerilerin isyanlarıyla engellenmek istenmişti. Şimdi İstanbul Sözleşmesi merkezinde kadın düşmanlığı, o yılların “istemezük” çığırtkanlığıyla bire bir örtüşüyor. İktidarın seçim dönemlerinde bir parmak şaklatmasıyla susturduğu grupların şimdi bu kadar gür sesle ortaya çıkması da yine iktidarın isteğiyle. Demokratik hakları, özgürlükleri yok etmek için “kul taifesi” çağrıldığı an emre amade. Olmazsa bir aile elli kişiyi götürürmüş zaten hazırlıklar tamammış ya. Anaerkil düzenden ataerkil düzene geçen insanlık için toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi yeni bir düzen vaat ediyor. İnsanlık başarabilse eşitlikçi bir düzen kurabilir. Dünyada bu yeni çağı başlatmaya, cinsiyet eşitliğini kurmaya yakın ülkeler de yok değil. Fakat her çağa girişi geciken, ülkemiz elindeki hazır mevzuatı elinin tersiyle iterek eşitlik çağını da kaçırmaya hazırlanıyor. Kültürel iktidara değil kültürel muhalefete oynadığı, evrensel değerlerden korktuğu için. Hoş giderek militerleşen bazı ülkelerin, toplumların da bizden farkı yok ama. Yine de insan onurunu yücelten kültürün, kültürel iktidara sahip olacağı, insanlık tarihinin ortaya koyduğu belki tek gerçek. İnsan onurunu yücelten, insanlığı human ile adem ile daraltmadan yücelten, cinsiyet eşitliğini kuran kültürler yine hakim kültür olacak orası kesin.