Hödüklüğün sosyolojisi
Bildung/Maarif açısından yetersizlikleri olan yurttaşlar kendilerine uzatılan her mikrofona, belki de tekrar davet edilmek için mutlaka çok ilginç şeyler söyleme zorunluluğunda hissedince ortaya çıkan sonuç da bana bu yazıyı yazdıran durum olabiliyor.
Yazıya öncelikle başlık için kamuoyundan özür dileyerek başlamak istiyorum. Derdim kimseyi kırmak, üzmek değil. Hödüklük bir insanlık hali. Tek tek insanların kategorik olarak oldukları değil, daha çok insanların zaman zaman büründükleri bir durum olarak hödüklükten söz ediyorum. Hödüklüğün sosyolojisi başlığını taşıyan bir yazı yazma cüretini gösteren kişide bile zaman zaman kendini gösterebilecek bir insanlık durumu. Sadece sosyolojik bir analiz yapmaya çalışıyorum. Hatta hödüklüğün bile sosyolojisinin olabileceğini göstererek belki de sosyolojinin toplumsal itibarına katkı yapmak istiyorum.
Aslında “hödük” kelimesi benim çok sevdiğim bir kelimedir. Bana hep sempatik, sevecen gelmiştir. Dolayısıyla bu kelimeyi bir hakaret olarak değil bir belirleme, saptama olarak düşünürüm hep. Zaten gündelik hayatta da ağzımdan çıkmaktan çok zihnimden geçer. İnsana dair her sıfat gibi, hödük olmak çoğu zaman öznenin bizatihi bir tercihi değildir. Bir tercih olmaktan çok bir sonuçtur. Ve bunun arkasında ciddi sosyolojik nedenler vardır.
Elbette öncelikle “hödük” derken neyi kastettiğimi açıklayayım. Sözlüklere baktığımda hödüklüğün genellikle anlayış kıtlığı, görgü açığı, incelikten nasibini almama, kaba sabalık olarak tanımlandığını görüyorum. Buna bir itirazım yok doğrusu. Benim esas meselem ise yaşadığımız toplumda bu insanlık halinin çok yaygın olması. Hödüklüğün sosyolojisi derken de işte bunun nedenlerini düşünmeyi, değerlendirmeyi kastediyorum.
Bu konudaki ilk saptamam şu: Hödüklük genetik, biyolojik, fizyolojik, doğal bir insanlık hali değildir. Tam tersine tarihsel, toplumsal ilişkiler içinde meydana gelir. Hatta zaman zaman eğitimle edinilir. Tıpkı Sakallı Celal’in, “Bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkündür” demesinde olduğu gibi!
Sosyolojik temeller açısından ilk akla gelebilecek olan elbette köylülük, taşralılık, kamusal hayat tecrübesinin yetersizliği olabilir. Köyden kente doğru gerçekleşen sosyolojik değişimler içinde belki de en önemlisi benim “ufuk genişlemesi” diyebileceğim olgudur. Şehirli, dünyaya daha geniş bir açıdan bakabilir. Toplumsallık debisi daha yüksektir. Ama başka bir açıdan son söylediklerimin birer ezber olduğu da ileri sürülebilir. Evet şehirlerde yaşıyoruz. Evet bir cumhuriyetin yurttaşlarıyız. Ancak bir bütün olarak bakıldığında kamusallaşma düzeyimizin yeterli olduğu söylenemez. Hâlâ yaygın olarak “küçük gruplar sosyolojisi”nin konusu olabilecek sosyalleşme düzeylerinde yaşıyoruz. Ama dindar ama seküler pek fark etmiyor. Kimileri için cemaat, tarikat olan, diğerleri için dar arkadaş grupları, email grupları, ideolojik yapılanmalar mesela. Dolayısıyla şehirli hayatın kamusallığı otomatik olarak arttıracağı düşüncesi modern-klasik bir ezber! Oysa post-modern zamanlarda şehirde cemiyet değil de cemaat halinde yaşamak mümkün.
Diğer bir modern-klasik ezber ise eğitimle birlikte hödüklüğün azalacağı önermesi. Post-modern zamanların tipik sendromlarından biri ise “diplomalı hödüklük”. Yani mesele sadece bir eğitim açığı da değil. Çünkü hödüklük eğitim ve gelir düzeyi arttıkça veya şehirleştikçe azalmıyor sadece biçim değiştiriyor. Burada elbette eğitimin niceliğine değil niteliğine odaklanmak gerekiyor. Meslek, uzmanlık ve sınav odaklı bir eğitim siteminde yurttaşın hamuruna çok fazla kültürel yükleme yapılamıyor. “Kültür” kavramını genellikle anlaşıldığı gibi “malumat” anlamında değil mesela Almanların “Bildung” dediği, bizim eskiden “Maarif” dediğimiz anlamda kullanıyorum. Bazen temel formasyonda eksiklikler üzerine aşırı uzmanlık, malumat yüklemesi oldukça sakil kaçabiliyor. Bu şekilde alanında gerçekten uzman cerrahlar, mühendisler, sosyologlar vb. yetiştirebiliyorsunuz ama genel yurttaş kaliteniz göreli olarak daha zayıf olabiliyor.
Bu konuda son olarak da elbette iletişim araçlarının ve sosyal medyanın yoğunlaşmasına işaret etmek gerekiyor. Bu alanlar hödüklük sosyolojisi açısından iki farklı işlev görüyorlar. Birincisi belki daha pasif bir rol: Hödüklüğü daha fazla görünür hale getiriyorlar. En ücra köşelere kadar yaygınlaştırıyorlar. İkincisi ise daha aktif bir rol: Davetlileri, katılımcıları, genelde insanları bizatihi hödükleştirici bir işlev görebiliyorlar.
Kesinlikle şunu söylemiyorum: İletişim araçları ve sosyal medya kategorik olumsuzdur, toplumu hödükleştirici bir misyonla donanmıştır. Ancak Bildung/Maarif açısından yetersizlikleri olan yurttaşlar kendilerine uzatılan her mikrofona, belki de tekrar davet edilmek için mutlaka çok ilginç şeyler söyleme zorunluluğunda hissedince ortaya çıkan sonuç da bana bu yazıyı yazdıran durum olabiliyor.
Bir de haddimi zorlama pahasına ülkemin yurttaşlarından küçük bir ricam olacak. Lütfen biraz içinize atın! İçinizle dışınız arasında belli bir mesafeyi koruyun. Düşünebilmek, düşünce üretebilmek, yaratabilmek, inşa edebilmek her zaman içle dış arasındaki diyalektikten kaynaklanır. Phronesis, basiret, aklıbaşındalık, olgunluk, derinlik, yaratıcılık vb. insanlık hamurunun kalitesini arttıracak ne varsa biraz da içle başa çıkmakla ilgilidir. Hepimizin kalitesini arttıracak olan kamusal hayatın katılımcılarından öncelikle beklediği sınırsız bir samimiyet, içtenlik ekspresyonizmi değildir. Kamuyu, ötekileri, diğerlerini, dünyayı sahneye çıkmadan önce biraz da olsa fark edin. Bilinç dediğimiz eninde sonunda birçok dilde kendinin farkında olmak şeklinde söylenmiyor mu?