Prof. Dr. Tanel Demirel: Demokrasi sorunu askeri vesayete indirgendi
İhtisas alanı Türkiye’de darbeler ve sivil asker ilişkileri olan Tanel Demirel, 2016’daki birtakım hukuki düzenlemelere rağmen sivil-asker ilişkilerinin ideal noktada olduğunun söylenemeyeceği görüşünde. Öte yandan Demirel, sivil kontrol prensibinin hayata geçirilmesinin liberal demokrasi için gerekli olduğunu ancak yeterli olmadığını ifade ederken Türkiye’deki demokrasinin sorunlarının sadece askeri vesayete indirgendiğini vurguluyor. Tanel Hoca, seçilmiş olmanın otomatik olarak kimseyi demokrat yapmadığı kanaatinde. Röportajı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Türkiye’de günlerdir gündemi işgal eden ve başka bir yöne doğru evrilen darbe tartışmalarının ilk akla getirdiği şey asker-sivil ilişkileridir. Akademik literatürde bu ilişkilerin evrensel standartlara oturtulması, demokrasinin ön şartı olarak görülür. Türkiye’de 2016’daki darbe girişiminin ardından bu alana ilişkin önemli hukuki düzenlemeler yapılmış olsa da bu ilişkilerin gerçek anlamıyla rayına oturmasının zaman alacağı muhakkak. Türkiye’de ordunun kendi özel yapısı ve nevi şahsına münhasır bir seyir izleyen sivil-asker ilişkilerini, bu alana ilişkin önemli eserler vermiş Tanel Demirel’le konuştuk.
TSK'nin askeri vesayet rejimini besleyen ideoloji ve değerlerle hesaplaşmaya hazır olmadığını söyleyenler var, siz de biraz buna yakın duruyorsunuz. Ulusalcı çizgidekilerin tasfiye edildiği Ergenekon ve Balyoz operasyonları; Gülenci unsurların temizlendiği 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ordunun hâlâ askeri vesayet anlayışından uzaklaşmadığını ileri sürmek şaşırtıcı değil mi?
Benim söylemeye çalıştığım şey şu: Evet son yıllarda, orduya dair önemli değişiklikler yapıldı. Darbe teşebbüsüne karışanlar sivil mahkemeler tarafından yargılanıyorlar. Bunlar olumlu adımlar. Fakat bu değişikliklerin yapılmasıyla sivillerin üstünlüğü ilkesi artık geri dönülemeyecek kadar sağlamlaştı gibi bir sonuca varmayalım. Ülkeyi en çok ben seviyorum, ülke için ne yapılması gerektiğini de en iyi ben biliyorum, benim görevim gerektiğinde seçimle gelenlere karşı durmayı da gerektirir anlayışının, askeri vesayeti besleyen zihniyetin, değişmesi zaman alacak.
Yanlış anlaşılmasın buradan, TSK’nin tamamı vesayetçi çizgide olmuştur ve halen öyledir diye bir sonuç çıkmamalı. Cumhuriyet tarihi boyunca TSK’nin, siyaseten homojen olduğu, yekpare bir biçimde hareket ettiği zamanlar sınırlıdır. Vesayetçi çizginin sürdürülebilir olmadığını düşünen çok sayıda subay da vardı, halen var. Zaten son yıllarda yapılan reformlar biraz da bu subayların desteği ile yapılabildi.
Türkiye'de askeri vesayetin geriletilememesi sadece askerlerle ilgili bir sorun muydu? Örneğin sivillerin üstünlüğü prensibi noktasında göreli olarak tavizsiz davranan Özal döneminde, askeri vesayetin geriletilmesi sizce meselenin biraz sivil kurumların güçlendirilememesiyle ilgili olduğunu göstermiyor mu?
Tabii ki bu sadece askerlerle ilgili bir mesele değildi. Asker-sivil ilişkileri nihai analizde devlete kimin ne ölçüde tasarruf edeceği meselesi etrafında dönen bir iktidar mücadelesidir. İktidar ilişkilerini ise ilişkinin sadece bir tarafına bakarak anlayamazsınız. Siviller kendilerini güçsüz hissediyorsa, askerler kendi alanlarının dışına çıktığında gerekli tepkileri veremez. Neden güçsüz hissediyorlar sorusu ise bizi genel sivil siyasetin zayıflığına, kurumsallaşma eksikliğine ve nihayet iktisadi, kültürel ve siyasi çatışma eksenlerine getirir.
Vesayetçi çizgiye dönersek, neden bu damarın halen ihmal edilebilir düzeyde olmadığını düşünüyorsunuz? Bunu biraz açabilir misiniz?
Bir kere değişiklikler ne ölçüde hayata geçirildi, geçiriliyor sorusu var. Hukuki kurumsal değişikliklere rağmen bilindik iş yapma tarzlarından vazgeçilmemesi sık rastlanılan bir durum. İkincisi, bu değişikliklerin bazı subaylar tarafından güç ve statü kaybı olarak algılanması yüksek ihtimal. Hiçbir kurum kendi etki ve nüfuz alanının daraltılmasını kolayca hazmedemez. Sivilleşme doğrultusundaki çabaları ordunun zayıflatılması olarak okuyanların ordu içinde ne kadar etkili olduklarını bilemiyoruz. Keza, Gülencilerin orduya sızma süreci ve 15 Temuz gecesi yapılanlar ve yapıl(a)mayanlar hakkında bir özeleştiri olduğuna dair bir veri var mı? Ya da genel olarak vesayetçi yönelimi besleyen ideoloji ve değerlerle hesaplaşmaya yönelik bir şeyler yapıldı mı, yapılıyor mu, bilemiyoruz. İfade özgürlüğünün çok sınırlandığı bir siyasal konjonktürdeki sessizlik yanıltıcı olabilir.
SINIRLANDIRILMIŞ İKTİDAR İÇİN İKTİDAR ÜZERİNDE DEMOKRATİK BASKI ŞART
Sivil-asker ilişkilerine dair teorilerin önemli bir bölümü, demokratikleşmenin askerlerin sivil kontrolüne alınmasıyla belirli ölçülerde de olsa gerçekleşeceğini öngörüyor. Türkiye'de askeri vesayet büyük ölçüde geriletildiği ve askerler sivillerin yönetimine girdiği halde demokrasi konsolide edilemedi. Neden?
Sivil kontrol prensibinin hayata geçirilmesi liberal demokrasi için gerekli ancak yeterli olmayan bir şart. Bu nokta, geçmişte yeterince vurgulanmadı, demokrasimizin problemleri sadece askeri vesayete indirgendi, ya da o azalırsa her şey düzelir sanıldı. Seçilmiş olmak sizi otomatik olarak demokrat yapmaz. Seçilmişler de iktidarlarının hukuk normları ile sınırlı olmasından, denge denetleme mekanizmalarından pek hazzetmezler. Seçimle gelmek insan haklarına saygılı olunacağını da garanti etmez. İktidarın doğası böyle. AKP-MHP koalisyonu da bir istisna değil. Sınırlı ve sınırlandırılmış iktidar pratiğinin hayata geçirilmesi kolay değil. İktidar üzerinde demokratik baskı kurulmasını gerekli kılıyor. Maalesef, Türkiye’de daha fazla denetim, şeffaflık ve insan haklarına saygı talebi de çok güçlü değil ve iktidar bunu biliyor. Sınırlandırılmış iktidarın orta ve uzun vadede siyasi iktidarın da yararına olduğunu kabul edebilecek uzak görüşlülük ve basiretin olduğu da söylenemez.
Türkiye’de demokrasi neden konsolide olamıyor sorusu ise bizi devletin kaynak dağıtımındaki merkezi konumu, burjuvazinin zayıflığı, devleti idare etme geleneği kültürü, ulus-inşaası sürecinde yapılan tercihler, az gelişmişlik ve jeopolitik konumun etkisi gibi burada ele alınması mümkün olmayan bir dizi yapısal faktöre götürür. Buraya girmeyelim isterseniz.
İKTİDARI TALEP ETMEK KÖTÜ BİR ŞEY DEĞİL
Tamam girmeyelim. Görüyoruz ki sivil-asker ilişkilerindeki olumlu adımlara rağmen, sistemin otoriterleşmesi aslında Türkiye'de demokratikleşememe sorunu olduğunu gösteriyor. Buradan anlaşılıyor ki geçmişte askeri vesayete karşı çıkanlarla bu vesayetin devam etmesini isteyenler arasındaki mücadele, aslında ülkenin demokratikleşmesi üzerine değil, daha çok kimin yöneteceğine ilişkin gibi görülüyor. Sivillerin de askerlerin de derdi demokrasi değil. Bu tespite katılır mısınız?
Siyaset zaten devlete kimin tasarruf edeceğine dair bir mücadele süreci. Bu anlamda iktidara gelmeyi istemek kötü bir şey değil. Sorun iktidara nasıl gelip gideceğiniz ve orada iken nasıl yöneteceğiniz meselesinde düğümleniyor. Liberal demokrasi buna dair bir kurallar bütünü. Seçimle gelinsin seçimle gidilsin ve iktidar sınırlı olsun muhaliflerin hakları da korunsun diyor.
Askeri vesayetin devam etmesini isteyenlerin demokrasi diye bir dertleri yok. Hiç olmadı da. Millet için neyin doğru olduğunu bilen küçük grup yönetsin ya da kırmızı çizgileri belirlesin, görüntüyü kurtarmak için tahammül ettiğimiz siyasetçiler de bu çizgilerin dışına çık(a)masın dediler, diyorlar.
TÜRK VE SÜNNİ, İDEAL VATANDAŞ GÖRÜLÜYOR, ÇOĞULCU YAPI TASVİP GÖRMÜYOR
Peki hocam askerlerin demokrasiye bakışını konuştuk, sivil siyasetçilerin demokrasi anlayışında sorun yok mu?
Olmaz mı tabii ki var. DP-AP-ANAP-AKP geleneği -kısaca ve kabaca sağ siyaset diyelim- demokrasiyi “çoğunlukçuluk” olarak algılıyor. Seçimle geldim ve “sadece” seçimlerde hesap veririm anlayışı bu. Bu anlayış kutsal devlet mitini yeniden üretiyor. Devletin başına yerli ve milli insanlar geldiği gerekçesiyle kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi ilkelere fazlaca ihtiyaç kalmadığını düşünüyor. Homojen bir millet anlayışı da söz konusu. İdeal vatandaşı Türk ve Sünni olarak görüyor, bunların dışında kalanları birinci sınıf vatandaş olarak görmekte zorlanıyor. Muhalefeti ve genel olarak eleştiriyi fitne, eleştiriye tahammülü ise zayıflık olarak görmek de yaygın.
Öte yandan, tüm bu kusurlu ve eksik demokrasi anlayışına rağmen, askeri vesayet isteyenlerle, sağ siyaset çizgisine aynı düzeyde otoriter yönelime sahip imişler muamelesi yapılmamalı. Çünkü birisi halen seçmen desteğine ihtiyaç duyuyor ve seçimler halen çok önemli bir denetim yolu. Diğerinin gücü ise devlette işgal ettiği pozisyonlardan, silahlı güçten kaynaklanıyor. Biri seçim kaybettiğinde gidecek, öbürü ise hep orada.
ORDUYA DAİR YASAL DEĞİŞİKLİKLER, ÖZGÜRLÜKLERİN SINIRLANDIRILDIĞI BİR VASATTA GERÇEKLEŞTİ
Yasa değişiklikleriyle Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı'na bağlandı. Cumhurbaşkanı'na Kuvvet Komutanlarını doğrudan atama ve emir verme yetkisi verildi. MGK ve YAŞ’ta asker üyelerin sayısı azaltıldı. Bu yasal düzenlemelerin tamamı isabetli mi, ayrıca askeri liselerin kapatılmasının askeri eğitime zarar verip vermediği hakkındaki düşünceleriniz neler?
Bazı düzenlemelerde ufak tefek çelişkiler, iç tutarsızlıklar var. Ama genel doğrultu olumlu. Burada eleştiriye açık nokta, değişikliklerin tartışmanın çok sınırlandırıldığı olağanüstü hal döneminde yapılmış olması olabilir. Kuleli Askeri Lisesi gibi köklü kurumların hoyratça kapatılması can sıkıcı olabilir ama bu kararın askeri eğitime nasıl bir zarar verebileceğini anlayabilmiş değilim. Askeri eğitim sadece askeri liselerde verilmiyordu ki.
MUHALEFET TSK’Yİ İKTİDARA KIŞKIRTIYOR DEĞİL, ANCAK HER İKİ TARAF TA DİKKATLİ OLMALI
Bir yazınızda şu ifadeleri kullanıyorsunuz: "Yapılanların muhafazakâr siyasi iktidarın İslami bir toplum yaratılmasının önündeki son engel olarak gördükleri laikliğin kalesi TSK'yı etkisiz hale getirme politikalarından ibaret olduğuna dair iddiaları besleyen tutum ve davranışlardan uzak kalmanın faydası açık." Bu cümleyi biraz açar mısınız?
Burada iktidara yönelik bir eleştiri var. Demokrasilerde kamu gücünü kullanarak toplumu devlet eliyle dönüştürmenin sınırları var. İktidar kendi iyi toplum anlayışını kabul ettirebilme mücadelesinde bu sınırları zorlamaktan hiç kaçınmıyor gibi. Böyle olunca da Türkiye artık bir diktatörlüktür diyenler bu ve benzeri davranışları bire bin katarak kullanıyor, bu doğrultuda kesif bir propaganda yapıyorlar. Bunların tamamı TSK’yı iktidara karşı kışkırtma motifli olmayabilir ancak propagandanın varlığı bir gerçek. İktidar hem bu türlü tutum ve davranışlardan uzak kalmalı ve hem de kara propagandalara karşı daha etkili mücadele etmeli demeye çalışıyorum.
EN ANTİ MİLİTARİST UNSURLAR BİLE BASİT GEREKÇELERLE DARBEYE DESTEK VEREBİLİYOR
Türkiye'de şu an en radikal muhalefet de dâhil kimse darbeyi ya da askeri bir müdahaleyi savunmuyor. 15 Temmuz darbe girişimi de zaten toplumdan destek almamıştı. Ama hem iktidar koalisyonundakilerin sürekli olarak darbe meselesini gündemde tutmaları hem de birkaç marjinal örnek üzerinden toplumda sanki darbeyi savunan kesimler varmış gibi bir algı yaratmaları, aslında konunun artık manipülasyon malzemesine dönüşerek bir darbe istismarı noktasına geldiğini düşündürtüyor. Ne dersiniz?
Öncelikle darbeyi açıkça savunamazsınız çünkü bu dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de suçtur. Dolayısıyla "Kimse darbeyi savunmuyor ki" demek çok da anlamlı değil. Kimin hangi fiile ne kadar destek vereceği ancak o an -karar anı- geldiğinde anlaşılır. 15 Temmuz’un çeşitli toplumsal kesimlerden destek alamadığı görüşüne maalesef katılamıyorum.
Şimdi bir darbenin başarılı olması için toplumun tamamının ya da önemli bir çoğunluğunun desteği gerekmez. Böyle riskli durumlarda çoğunluk bekle gör tutumu içine girecek, kazananın yanında yer alacaktır. Darbeye fiilen direnebilecek unsurları etkisiz hale getirirseniz, başarılı olursunuz. Bir kez iktidar olunca da işiniz kolaydır. Her iktidar kendi meşruiyetini yaratır. En anti militarist unsurların bile, eğer öldürülmezlerse, olan oldu askeri rejimle işbirliği yapalım da bir an evvel sivil rejime dönülsün vs. gibi gerekçelerle rejimin yanında yer alabildiklerini biliyoruz.
Ayrıca, tarih tekerrür edecek diye bir şey yok ama ülkemizde askeri vesayet geride kaldı denilen her dönemi ordunun ağırlığının arttığı başka bir dönem takip etti. Hatırlayalım, 1950’lerde, 12 Mart sonrasında, Özal döneminde ve 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında asker-sivil ilişkilerinin normalleştiğini, ordunun demokratik kontrolünün sağlandığını söyleyenler vardı.
Beni daha çok endişelendiren şey bu iktidar gitsin de nasıl giderse gitsin diyen iç ve dış siyasi aktörlerin varlığı. Bu aktörlerin gücü hiç de öyle ihmal edilebilecek oranlarda değil gibi görünüyor. Kötü yönetilen, çok ciddi iktisadi sorunlarla boğuşan, son derece sorunlu bir demokrasiye sahip olan bir ülkede, orduyu siyasete çağıran bu kadar siyasi aktör varken, ben sizin kadar iyimser olamıyorum doğrusu.
Tabii bu kısa vadede darbe ihtimali yüksek demek değil. İyi ya da kötü karar alıp uygulayabilen önemli bir seçmen desteğine sahip güçlü bir siyasi iktidar var. 15 Temmuz’dan dersler alındı. Ayrıca, 2015’ten itibaren AKP çok daha devletçi, milliyetçi ve otoriter bir çizgiye yöneldi. Böylece geleneksel TSK duruşu ile kendisi arasındaki ideolojik mesafeyi de çok daralttı. Dolayısıyla kısa vade için alarm zillerini çaldıracak bir durum yok. Fakat orta ve uzun vade söz konusu olduğunda bu kadar rahat konuşamam.
DARBE GEREKÇESİYLE ÖZGÜRLÜKLER KISITLANIYOR, ŞEFFAFLIK TALEPLERİ GEÇİŞTİRİLİYOR
Peki ama iktidar çevreleri darbe istismarı yapmıyor mu sizce?
Haklısınız. İktidar çevrelerinin bu gerekçeyle gündemi değiştirmeye çalıştıkları, denetleme ve şeffalık taleplerini geçiştirdikleri, özgürlükleri daha da kısmaya çalıştıkları doğru. Biz-onlar ayrımı yaparak safları sıklaştırmak, siyasetin doğasında olan kaçınılmaz bir şey. Ama çoğu zaman ölçünün kaçırıldığı da bir gerçek. İktidar bloku, muhalefeti bir bütün olarak kriminalize etmenin cazibesinden kendisini alamıyor.
İzin verirseniz bir noktayı daha belirteyim burada. Bazı muhalefet unsurları da, darbe imalarını çağrıştıran bulanık, çift-anlamlı, her yöne çekilebilecek ifadeler kullanmaktan vazgeçmiyorlar gibime geliyor. İktidar bu türlü ifadeleri kötüye kullanıyor diye şikayet ediyorsanız, o zaman bu türlü imalardan olabildiğince uzak durmayı denemeniz gerekiyor. İktidar ve muhalefet kanadının sertlik ve gerilimden beslenen uç unsurları, ki bunlar azınlıktalar, birbirlerini işaret ederek kendi katı duruşlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Her iki kanattaki makul çoğunluk ise sesini duyuramıyor ve birbirini besleyen kısır döngü böylece devam ediyor.
DEMOKRASİNİN BİR YÖNTEM MESELESİ OLDUĞU ANLAŞILABİLMİŞ DEĞİL
Ordunun konumuna ilişkin alınan tedbirler meyvesini kısa vadede verir mi, sistem oturdu mu size göre? Bunun ordu ve toplumda genel bir kabul gördüğünü düşünüyor musunuz?
Mesafe aldığımız açık ancak yukarıda da söylediğim gibi, asker-sivil ilişkileri rayına oturmuştur demek için biraz erken. Meselenin iki boyutu var. Birincisi askerlerin yeni konumlarını içselleştirmeleri. İkincisi ise askerlerin yeni konumunun toplumsal ve siyasal aktörler tarafından kabullenilmesi. Muhalifler arasında iktidara muhalifim ancak iktidarın askeri müdahale ile gitmesine karşı çıkarım diyecek olanların sayısının çok yüksek olmadığını düşünüyorum. Toplumdaki bu hoşnutsuzluğun subaylar arasında yankı bul(a)mayacağını düşünmek yanlış olur.
Liberal demokrasinin her şeyden evvel sonucuna bakılmaksızın usül kurallarına uyma zorunluluğu olduğunun anlaşılabildiği kanaatinde değilim. TSK, siyasete müdahale ederken, bunu sadece kendi kurumsal çıkarları için yapmadı. Değişen konjonktüre uygun olarak ‘sivil’ siyasi güçlerle açık ya da kapalı ittifaklar kurdu. Her müdahale bu müdahalelerden çıkar sağlayan toplum kesimlerince ve müdahalenin kendi çıkarlarına hizmet edeceğini düşünen devletlerce desteklendi. Siviller, askerler siyasal rakip olarak gördükleri kesimlere karşı harekete geçtiğinde ilkeler bazında tepki göstermek bir yana, askerlere destek verdiler. Halen böyle bir potansiyel var. 2010’lara kadar var olduğunu gördüğümüz anti militarist tutum zayıflamış gibi.
MADALYONUN İKİ YÜZÜ VAR: SİVİLLER DE ASKERLER DE ÜZERİNE DÜŞENİ YAPMALI
Peki hocam ne yapmalı?
Bu noktada siyasi iktidarın sorumluluğu büyük. Siyasi otoriteye hesap vermeyen, bir siyasi parti gibi davranan bir ordunun sadece demokrasiye zarar vermekle kalmayıp, savunma görevini yerine getirecek kadar güçlü ol(a)mayacağı ne kadar vurgulanırsa o kadar iyi. Bir yandan son sözün seçilmiş sivillere ait olduğunu vurgularken, diğer taraftan da subayların kendilerinin “özel” bir mesleğin mensubu olduğunu unutmamak ve unutturmamak gerekiyor. Sadakati ihmal etmeden liyakata önem verilmesi gerektiğini ise söylemeye bile gerek yok.
Fakat bunlar da yetmez nihai analizde, asker sivil ilişkilerinin normalleşmesi, demokrasimizin halihazırda içinde bulunduğu içler acısı durumdan uzaklaşıp bir nebze olsun rahatlamasına bağlı. Ne yazık ki, AKP-MHP koalisyonu hukuk devletini güçlendirme yolundaki adımların devleti ve tabii kendi iktidarlarını zayıflatacağını düşünüyor. Oysa tam da bu yapıl(a)madığı için iktidarın meşruiyeti zayıflıyor, iktidar gitsin de nasıl giderse gitsin diyenlerin sayısı artıyor. Bu yetmezmiş gibi, yenilenen İstanbul seçimlerinde gördük, sayıları az da olsa iktidarı terk etmemek için kuralları zorlamaya, seçim yenilgilerini darbe diye sunmaya çalışanlar da ortaya çıktı. İktidar muhtemel bir darbeyi önlemek gerekçesiyle muhalifleri tehdit edenlere karşı harekete geçmiyor izlenimini veriyor. Bunlar çok tehlikeli gelişmeler. Maalesef geçmişten öğrenme yeteneği güçlü olan bir toplum değiliz.
Yine de umutsuzluğa kapılmamak lazım. Siyasette her an yeni fırsat ve imkanlar doğabilir, siyasi aktörlerin geçmişteki davranışlarını gelecekteki eylemlerini belirlemez. Liberal demokrasi kolayca kurulan ve sürdürülebilen bir rejim değil. Demokrasiyi önemseyenlerin bu uğurda karınca kararınca çaba göstermekten başka çareleri yok.
Tanel Demirel kimdir?
Prof. Dr. Tanel Demirel, Çankaya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü'nde öğretim üyesidir. Türk demokrasisinin sorunları, sağ siyaset geleneği ve liberal siyaset kuramı başlıca ilgi alanlarındandır. Demirel aynı zamanda Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) Yönetim Kurulu Başkanı’dır. Adalet Partisi-İdeoloji ve Politika (İstanbul, İletişim, 2004, 3.Basım 2017), Türkiye’nin Uzun On Yılı: Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi (İstanbul, Bilgi Üniversitesi, 2011, 2. Basım 2016) ve Türk Siyasetini Anlamak- aklaşımlar Hakkında Bir Deneme (Ankara, Liberte, 2019, 2.Basım 2020) olmak üzere üç kitabı vardır. Bazıları güncel, farklı konulara ilişkin yazılarını www.taneldemirel.com sitesinde kaleme almaktadır.
İslam Özkan Kimdir?
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.
İran-Azerbaycan-İsrail üçgeninde kompleks ilişkiler 07 Ekim 2021
Ahmet Örs: Modern dönemde hayattan kopan eğitim verimsizleşti 02 Ekim 2021
ABD’nin Afganistan’daki fiyaskosunun sırrı 01 Ekim 2021
'Diyanetin sahaya sürülmesi, AK Parti'deki erimeyi durdurmaz' 25 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI