YAZARLAR

Gösterişçi zulüm ve kalp ağrılarımız

AKP’nin yirmi yıla yaklaşan iktidar ömrüne rağmen, kırılganlıktan kurtulamayan ve güçlendirilemeyen özgüven ve bir türlü sağlanamayan kimlik saygınlığı, “gösterişçi zulüm” uygulamaları sayesinde elde edilmeye çalışılıyor. Gizli saklı değil, her şey aleni üstelik...

Haftanın herhangi bir gününde ya da günün herhangi bir saatinde, sosyal medyayı ve haberleri şöyle bir gözden geçireyim dediğimizde bilgisayarımızın başından normal bir ruh hali ile ayrılmamız mümkün değil. İnsanın resmen kalbi ağrıyor. Arka arkaya şu iki şeyi görüyorsunuz mesela. İstanbul’dan bir anne gerçek isim ve adresiyle kayıtlı olduğu Twitter’da, çocuklarına bez ve süt alacak parası olmadığını, kirayı ödeyemediğini ve aç olduklarını söylüyor. “Yardım edin, yardım edin, yardım edin” diye neredeyse çığlık atıyor. Aynı gün İBB Haber’in Twitter hesabından da Ekrem İmamoğlu’nun şu açıklaması paylaşılmış oluyor: “3 milyon TL'lik bağış hala bankalarda bloke olarak duruyor. Bu bağışları yapan milletimizin hakkını bu bankalara helal etmediğini düşünüyorum. Böyle bir dönemde bu paralar bloke olmasa binlerce insanın derdine derman olacaktı.”

Evet, dün itibarıyla belediyelere güç bela bir teşekkür edilmek zorunda kalındı. Çünkü anketler muhalif belediyelerin yurttaşla dayanışmasının önünü kesen ve zulümden başka bir şey olmayan uygulamaları, AKP tabanı dahil olmak üzere yüzde 60’ın üzerinde bir nüfusun doğru bulmadığını ve kınadığını gösterdi. Yine de organize kötülüğün ve “gösterişçi zulmün” burada sona erdiğini zannetmeyelim. HDP’li belediyeleri kayyumlara devretmekle yaşatılan hak hukuk ve irade gasbı nasıl pervasızca sürüp gidiyorsa, CHP belediyelerinin yurttaşla dayanışmasının da önünü kesmeye devam edecekler. AKP’nin yirmi yıla yaklaşan iktidar ömrüne rağmen, kırılganlıktan kurtulamayan ve güçlendirilemeyen özgüven ve bir türlü sağlanamayan kimlik saygınlığı, “gösterişçi zulüm” uygulamaları sayesinde elde edilmeye çalışılıyor. Gizli saklı değil, her şey aleni üstelik...

Sokağa çıkma yasakları döneminde dışarıda olan ve polis korkusundan “dur” ihtarına uymayan 17 yaşındaki Suriyeli Ali kalbinden vuruluyor. Çalışmak zorunda olduğu için yasağa uyamamış olması kimin umurunda? Lojmanlarının bahçesinde oynuyorlar diye küçücük çocukların kulağı dibinde silah sıkılıyor. Beyoğlu’nda sokağa çıkan gençler savaş esiri gibi duvara yapıştırılıyor. Bunlar sokakta ve herkesin gözünün önünde yaşanan şeyler... Bunlar kolluk güçlerinin kontrolden çıkan ya da istisnai uygulamalarının sonucu değil. Bunlar gözümüze soka soka sürdürülen ve korunan bir “cezasızlığın” sonucu.

Bir de şu pandemi döneminde demir parmaklıkların ardında yaşananlar var. Cezaevleri var. Darp var, risk altındaki canlar var... Kötülüğün sıradanlaşmasını filan aşan bir şey var burada. Thorstein Veblen’in “gösterişçi tüketim”  olarak adlandırdığı durumla benzeşen bir şey: Gösterişçi zulüm... Kimlik pekiştiren, güç devşiren ve güç sergileyen, direnen yurttaş bedenlerini ganimet gibi ele geçirip sergileyen bir şey. Tıpkı Veblen’in tarif ettiği “gösterişçi tüketimde” olduğu gibi, ötekilerden farklı ve güçlü olduğunu ifade etmenin, başkalarını etkileyecek bir güç ve kimlik sergilemenin yolu oluyor bu. Gösterişçi tüketim nasıl ki ne işe yaradığının hiçbir önemi olmaksızın eşyalara ya da para ile satın alınabilecek zaman dahil her şeye, doğayı, çevreyi ve de başkalarını umursamaksızın sorumsuzca ve müsrifçe sahip olmayı ya da kullanma hakkını getiriyorsa, burada da böyle bir şey var... Gücü var ve kullanıyor. İnsanlık tarihindeki benzersiz felaketlerden biri olarak yaşanan bir pandemide, “gösterişçi zulüm” uyguluyor. Metropol belediyelerinin yurttaşla dayanışmasının, en çabuk ve en dolaysız dayanışmanın önüne geçiyor. Kadın çoluk çocuk demeden açlığa terk ediyor. Çünkü yapabiliyor. Çünkü güç onda.

İnternette dolaşırken farklı kültürlerde karmaşık duyguları ya da durumları özetleyen “kelimeler”e de rastladım dün. Mesela şu var: “Mutterseelenallein: Almanca’daki en duygu yüklü kelimelerden biri. Yalnızlıktan daha yalnız olmak, yapayalnızlık (göçmenler kullanmış).” Bugün çok kişi kendini yersiz ve yurtsuz, yapayalnız hissediyor, biliyoruz... İnsanın kalbine dokunuyor yine.

Naiflik sayabilirsiniz ama başta da söylediğim gibi, çoğumuzun sık sık kalbi ağrıyor. Böyle mengeneyle sıkışıyormuş gibi bir ağrı. Ağrının kaynağında da işte o pervasız ve “gösterişçi zulüm” var. İnsanın kendi toplumunun üyelerinin maruz kaldığı sonsuz ve sınırsız haksızlık ve hukuksuzluk karşısında hissettiği kalp sıkışmasına da bir ad verilmeli... Hani şu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” sözleriyle anlattığı Türkiye’de, kalplerimizi terk etmeyen ağrıyı anlatan bir kelime..

Gösterişçi zulüm şu sıra en çok da korona koğuşlarını hedef alıyor. Evin Kışanak, Başak Demirtaş ya da Ayşe Buğra gibi, korona koğuşlarında “canları” olanları dinlediğimizde ya da okuduğumuzda hissettiğimiz çaresizliğin de bir adı olmalı...

Gültan Kışanak’a, Selahattin Demirtaş’a, Osman Kavala’ya ve yüzlerce diğer siyasi tutukluya reva görülenlerin de birilerinin kalbindeki korkunç karanlıkla ilgisi olmalı... Marshall Berman’dan bir paragrafla devam edeceğim (s. 109): “Rousseau ‘aynı nedenlerle acı çekebileceğimizi bilmediğimiz sürece başka insanların duygularını asla paylaşmayız,’ der. Fakat toplumsal mesafe insanların duygu paylaşımını boğar. ‘Neden krallar kullarına acımazlar. Çünkü kendilerini asla insan olarak görmezler.’ Geleneksel toplumun en üst seviyesinde yer alan adam kendini sadece başka insanların üzerinde görmekle kalmamış insanlığın da üzerinde görmüştür.”

Kendilerini insanlığın üzerinde görüyorlar. Fakat kimse “kul”luğa razı gelmiyor elbette. Bu yüzden de asla yeterince “hükümran” olamıyorlar. Kudurgan kötülüğün bir nedeni de bu olmalı. Oysa herkes bir gün başkalarıyla aynı nedenlerle acı çekebileceğini bilmek zorunda. Herkes bir gün ve bir şekilde naçar olabilir. Bugün hükümdar olsan ne fayda?

İnsanın kendini diğerlerinden farklı, onların üstünde algılama ihtiyacı çok tuhaf bir ihtiyaç. Hiçbir şekilde elzem ve hatta işlevsel olmayan olağanüstü pahalı nesnelere sahip olmakla sağlanan ayrıcalık, kimlik ve üstünlük... Yukarıda Veblen’e referansla söylemeye çalıştığım gibi, iktisat bilimi ve sosyoloji bu üstünlüğü aristokrasiye mensubiyetle filan kuramayanların, “tüketimle” ve başkalarından daha çok harcamakla kurmaya çalıştığını çeşitli biçimlerde açıkladı.

Bence günümüzün otoriterleşen dünyasında “gösterişçi tüketim” de kesmiyor. Yazlık, kışlık, uçan ve yüzen saraylar kesmiyor. Kalbin kara deliği alabildiğince büyümüş. Kimlik, fark, üstünlük ve hükümranlık, “gösterişçi zulüm” veya gösterişçi bir zorbalıkla kuruluyor.

Fakat zulüm hiçbir zaman sonsuza kadar sürmez. Demek ki gösteriş de, üstünlük de sonsuza dek sürmeyecek...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.