YAZARLAR

Kayyım atamak darbe midir?

Korona günlerinde “darbe yapmak”, en darbeci aktörlerin bile üstlenemeyeceği bir risk, herkesin önünü görebileceği bir zamanda daha yüksek bir başarı elde etme umuduyla erteleyeceği bir girişimdir. Oysa bugünkü siyasi rejiminin kayyım konusundaki ısrarı, her koşul altında ertelenemez bir öncelik olarak uygulama konusundaki gösterdiği disiplin, bize meselenin seçmen iradesini tanımamaktan daha derine gittiğini göstermektedir.

Kayyım siyasetinin gösterdiği süreklilik korona sürecinde aksamadan yürütülen diğer devlet faaliyetleri arasında dikkat çekiyor. Dünyanın kendini önceden alışkın olmadığı şartlar içinde bulduğu ve önceliklerini yeniden belirlediği salgın döneminde kayyım siyasetine devam etmek, Türkiye’de olağanüstü hal ile olağan hal arasındaki sürekliliği gösteren açık bir kanıt. 31 Mart yerel seçimlerinde HDP 65 belediye kazanmış olmasına rağmen OHAL KHK’leri gerekçe gösterilerek sadece 59 adaya mazbatası verilmişti. O günden bugüne eşbaşkanlık anlayışıyla yönetilen söz konusu belediyelerden 45'ine terörle mücadele gerekçe gösterilerek kayyım atanmış durumda. Atamalardan sekizi 23 Mart’ta beşi 15 Mayıs’ta yapıldığına göre kayyım atamalarının dörtte birinin korona sürecinde gerçekleştiği sonucuna ulaşabiliriz. Dahası, belediyelere kayyım atama uygulamasının kendisi de 1 Eylül 2016’da yürürlüğe girmiş başka bir KHK harikası. Yani kayyım uygulaması sadece bugünün olağanüstü siyasi “ihtiyaçları” arasına girebilmiş olması bakımından değil, kökeni ve ortaya çıkış koşulları bakımından da olağanüstü hal dinamiklerine bağlı. Böylesi atamaların halk sağlığı açısından önem taşıyan yerel hizmetleri olumsuz etkileyebileceğine bakılmaksızın bugünkü devlet öncelikleri arasında kendine yer bulmasının özel bir anlamı olmalı.

Kayyım atamalarının değişen koşullarda değişmeden kalan şey olması, rejim açısından onun günübirlik bir siyaset olarak değil, esasa dair bir uygulama olarak benimsendiğini ortaya koyuyor. Çünkü hareket halinde olan her şeyin durakladığı bir yerde neyin esasa dair olduğunu, hareketine olduğu gibi devam eden şey tayin eder. Bugün dünyanın farklı yerlerinde korona karşısında alınan önlemlerin, sadece gündelik hayatı ve ekonomiyi değil, bildiğimiz şekliyle siyaseti de kilit altına aldığına tanık oluyoruz. Çoğu ülkede yasama ve yargı faaliyetlerinin büyük oranda askıya alındığı bir dönemden geçerken, hükümetin sağlık hizmetlerini odağa alan bir acil durum anlayışıyla eğitimden güvenliğe kadar uzanan bir alanda faaliyetlerini yeniden yapılandırdığını görüyoruz. Ancak modern devletin egemenlik işlevlerini temsil eden yasama, yargı ve yürütme erklerinin faaliyetlerinde yaşanan bu kilitlenmeyi siyasetin askıya alınması olarak düşünmek büyük bir yanılgı olur. Aksine siyasetin esas işleyişi şimdi daha berrak bir şekilde açığa çıkmış durumda. Siyasal alanda bugün de devam eden faaliyetlerin odaklandığı hedefler bizlere siyasetin her şeyden önce bir düzen ve iktidar meselesi olduğunu göstermekte. Siyasette faal olan her güç böylesi bir düzenin getirisinin ne olacağını kendi meşrebince belirliyor, kimisi ekonomik büyüme, kimisi bölüşüm adaleti, kimisi de uzlaşı ve barış gibi hedeflere vurgu yapıyor.

Bu çerçevede Türkiye’deki iktidar blokunun oluşturduğu yeni düzenin hedefini yine kendine içkin olarak tanımlamadığına şahit oluyoruz. Tarihin derinliklerinden bugünlere uzanan devlet geleneğiyle uyumlu bir şekilde devletin nihai amacının yine kendisi olduğu söyleniyor. Yani toplumu her ne pahasına olursa olsun bir devlet çatısı altında örgütlemek ve bu durumu sürdürmek esas alınıyor. Bunun sonucu toplumu devletin bekası için elverişli ortamı sağlayacak bir milli güvenlik atmosferi içinde sürekli tutmaktır. Söz konusu atmosfer, Covid-19 sebebiyle uygulanan politikaları belirleyen tıbbi söylemi “Türk doktorların başarısı”, “Türk sağlık sisteminin başarısı” veya “milli dayanışma kültürü” gibi argümanlarla kolaylıkla beka siyasetinin bir bileşenine dönüştürebilmiştir. Yine 23 Nisan ve 19 Mayıs gibi resmî bayramların yol açtığı kitlesel heyecanları, insanlara “iki metre mesafeden” veya “balkon eylemlerinden” seslenerek kurulacak bir milli bütünlük söyleminin zemini olarak kullanmayı başarabilmiştir. Kayyım atamalarının gösterdiği sürekliliği için de aynı mlli güvenlik atmosferine bakmamız gerektiğine inanıyorum. Zira çoğunlukla Kürt seçmenlerin oylarına dayanan HDP’li belediyelerin, kendi seçmenlerinin yerel sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını temel alan yerel yönetim anlayışını “terörle mücadele” kapsamında görebilmek, sadece böyle bir milli güvenlik atmosferi içinde mümkündür. Bugünkü milli güvenlik siyasetinin bekasını sağlamakla yükümlü olduğu şeyse yerli ve milli ideolojiye uygun tarif edilmiş olan Türk usulü başkanlık sistemidir.

Soruna bu bağlamdan yaklaşınca kayyım atamalarını darbe olarak eleştirmekle yetinen yaklaşımın meseleyi tam olarak kavradığını sanmıyorum. Başta HDP olmak üzere muhalif partilerin kınamalarının esasını oluşturan, sosyal medya paylaşımlarından muhalif köşe yazarlarının makalelerine kadar uzanan bir zeminde savunulan bu iddianın, yapılan müdahalenin karmaşıklığına denk olmadığına inanıyorum. HDP’nin “kayyım rejimi” üzerine yayımladığı raporlarda benim de esas olarak doğru bulduğum, kayyım zihniyetini “gaspçılık” ve “hafıza kırımı” olarak eleştiren daha geniş bir çerçevenin bulunduğunun ayırdındayım. Buna rağmen kayyım siyasetini “darbe mekaniği” ile açıklamanın, yahut darbeyi seçilmişlerin yerine atanmışların geldiği her durum için kullanmanın açıklayıcı olmadığını düşünüyorum. Böyle yapıldığında, yani varlığını darbe karşıtlığı üzerine kurmuş olan AKP’yi kendi argümanıyla sıkıştırdığımızda belki bazı siyasi avantajlar elde etmek mümkün. Ama darbe bir toplumun başına gelebilecek en büyük kötülük değildir, daha kötüsü de vardır. Korona günlerinde “darbe yapmak”, en darbeci aktörlerin bile üstlenemeyeceği bir risk, herkesin önünü görebileceği bir zamanda daha yüksek bir başarı elde etme umuduyla erteleyeceği bir girişimdir. Oysa bugünkü siyasi rejiminin kayyım konusundaki ısrarı, her koşul altında ertelenemez bir öncelik olarak uygulama konusundaki gösterdiği disiplin, bize meselenin seçmen iradesini tanımamaktan daha derine gittiğini göstermektedir. Bu açıdan kayyım atamak darbe değildir, darbeden daha beterini yapmaktır.

Bu konuyu daha iyi açıklayabilmek için öncelikle darbelere dair sorumuzu değiştirmemiz gerekir. Biz darbe nedir diye soruyor ve ona verdiğimiz yanıt üzerinden siyasal hayatımıza anlam katıyoruz. Oysa buradaki asıl soru şudur: Darbe nasıl mümkündür? Modern dünyada darbenin mümkün olabilmesi için her şeyden önce o ülkede devletin idari aygıtı ile siyasi liderliği birbirinden ayrılmış olmalıdır. Yani profesyonel bürokrasinin doğmuş olması ve kalıcı bir özellik arz eden nispeten özerk bir silahlı gücün olması gerekir. Bir müdahalenin darbe sayılabilmesi için tek başına askerler tarafından yapılması veya asker öncülüğünde yapılması gerekmez. Pekala bürokrasinin sivil kesiminin öncülüğünde veya devlet dışı sivil bir grubun liderliğinde de darbe yapmak mümkündür. Burada esas olan siyasi değişme için meşru bir yol kullanılmadığında açığa çıkacak direnci kırabilecek güçte olmaktır. Modern çağda darbeler, bürokrasinin siyasal liderlikten özerk davranabilme kapasitesi kazanmasıyla, yeri geldiğinde ona karşı kendiliğinden harekete geçmesi sayesinde olanaklı hale gelmiştir. Seçilmişler ile atanmış bürokratlar arasındaki zıtlığın darbeleri açıklayıcı gücü bu çerçeveyle sınırlandırılmıştır.

Belediyelere kayyım atama uygulaması seçilmişler ile atanmışlar, yahut siyasiler ile bürokratlar arasındaki ilişkinin bir düzeyi açısından darbeyi ziyadesiyle andırmaktadır. Burada da yönetim değişikliği önceden belirlenen meşru yollardan olmamakta, seçilmiş kişiyi oturduğu pozisyondan çıkmaya zorlayan bir “vuruş” ile gerçekleşmektedir. Zaten darbeye “darbe” dememizin nedenlerinden birini de bu zorlayıcı vuruş oluşturur. Sonuçta belediye yönetimindeki değişiklik bir başka seçilmişi değil bir bürokratı göreve getirmektedir. Ancak daha farklı bir düzeyde, yani mümkünlük koşulları açısından soruna bakınca bu durumun darbenin gerekliliklerini tam olarak karşılamadığını görüyoruz. Çünkü iş başına atamayla gelen kişi bürokrasinin özerk dinamikleri üzerinden, kendi uzmanlık alanına özgü dünya görüşünün belirlediği bir siyasi gündemi gerçekleştirmek için gelmemiştir. Daha genel düzeyde seçilmiş bir kişi ile daha yerel düzeyde seçilmiş olan yönetici arasındaki siyasi uzlaşmazlığın bir aracı olarak göreve atanmıştır. Esas çelişki atanmış ile seçilmiş arasında değil iki farklı seçilmiş arasında, genel seçimler ile yerel seçimlerin yarattığı farklı sonuçların mümkün kıldığı bir zeminde açığa çıkmaktadır. Kayyım, özerk bürokratik dinamiklere veya amaçlara dayanmadığı ölçüde darbeci olarak da görülemez.

Ama bunu söylemek, kayyım atamayı meşru veya kabul edilebilir bir yöntem olarak görmemizi gerektirmiyor. Aksine kayyım atamak seçimle işleyen bir siyasal sisteme darbenin verdiği zarardan çok daha fazlasını verir Bu zarar iki farklı boyuta sahip olup bütün siyasal hayatı kaplayacak bir meşruiyet krizinin nedeni haline gelebilir. Şöyle ki, ister yerel düzeyde olsun isterse genel düzeyde olsun yönetimin el değiştirmesinde seçim bir ilke olarak belirlenmişse, seçilmiş yöneticinin yine seçimle değişmesi esas olmalıdır. Yine genel düzeyde seçilen kişi meşruiyetini seçilmiş olmaktan alıyorsa, yerel düzeyde seçilmiş olanın da aynı meşruiyete sahip olduğunu kabul etmelidir. Bu bağlamda genel seçimle gelen kişinin daha büyük ölçekli ve o yerel bölgeyi de içeren bir seçimle gelmiş olması fazla bir şey değiştirmez. Çünkü kayyım atamak, hem atayanı hem de yerel yöneticiyi aşan bir ilkeye, yani seçim ilkesine saldırmakta, onu kendi içinde çelişkili ve uygulanamaz hale getirmektedir. Bunun sonucunda yönetim pozisyonlarının “siyaseten gasp” edilmesi, onların halkın rızası yoluyla el değiştirmesi uygulamasının önüne geçmesi kaçınılmazdır. Gasp etmek darbe yapmaktan daha genel bir kavram olup onu içerir, bu yüzden etkileri de darbeyi katbekat aşar. O nedenle kayyım bir darbecidir demeden önce, belki de darbecinin bir kayyım olduğunu söylememiz daha uygun olur. Meselenin ikinci boyutu da tam olarak burada devreye girer. Darbeci aktör, temelde siyasal rejimin yönetim mantığına müdahale eden dışsal bir güçtür ve her zaman için bir meşruiyet arayışı içindedir. Oysa siyaseten gasp, seçim ilkesini kendi içinde çelişkili hale getirdiği için dışsal bir güç sayılamaz, sistemin içinde ürer ve içinden çürütür. Bu çürüme devlette mevcut tüm yetkilerin gasp yoluyla ele geçirildiği genel bir güç hiyerarşisi inşa edilmesine yol açar. Sonuç, bugün içinde yaşadığımız ve tüm yetkileri çeken siyasi bir kara delik olarak Türk tipi başkanlık sistemidir.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.