Müzmin mağdur erkekler, hep suçlu kadınlar
Pandeminin iyice dört duvar arasına ittiği anneanne, babaannelerin belki hiçbir zaman dillendiremedikleri gerçek hikâyeleri mutluluk masallarına alet ediliyor. Kız çocuklarının bedeni de ruhu da eril tahakkümün gölgesi altında. Her gün onlarca kadın, çoğunlukla hayatlarındaki erkekler tarafından katlediliyor. “Önce insan,” “ama erkekler de mağdur” sığlığını aşamayan herkes, cinayete ucundan kıyısından ortak olmuş oluyor.
Hepimizin ailesinde değilse bile çevresinde vardır mutlaka, çok erken yaşta evlendirilmiş bir kadın. Eşleriyle aralarındaki yaş farkı çoğunlukla büyüktür (Zaten 13-16 yaşındaki bir çocuk için 18-19 yaşındaki biri bile büyüktür, çok büyük!). Pek azının hikâyesi aşk hikâyesidir. Çoğu neler olup bittiğini anlamadan kendini evli bulmuş, çocukluğun kaydırağından anneliğin kucağına düşüvermiştir. Sonrası, şanslıysalar “insaflı” bir eş ve aileyle ya da sürgit zulümle, her iki türlü de aslında, cehennem. Çünkü evlilik çocuklar için değil yetişkinler içindir ve başkalarının insafına kalınan her yer, cehennemdir.
Erken yaşta evlendirilip ellilerinde torun torbaya karışan bu kadınların bazıları çok neşeli insanlardır üstelik. Maruz kaldıkları onca eziyete, aile içi şiddete, yıllar süren ağır ev işçiliğine rağmen yüzleri güler, kendi hayatlarında halı altına, gül dibine gömdükleri keder izlerini girdikleri ortamdan da kaldırırlar.
13-14 yaşında evlendirilmiş, görece eğitimli eşi artık onu “beğenmediği” için otuzuna varmadan birkaç çocukla tek başına kalakalmış, hayatının yüzde 90’ı dört duvar arasında geçmiş bir teyze tanımıştım. Ne zaman “nasılsın?” diye sorsam, “çok iyiyim kızım, yiyorum, içiyorum, geziyorum,” derdi. Karşısındakini hedef almayan, hiçbir acılık taşımayan, uzatmalı kederini ironiye tahvil eden bir sözdü bu. Beni her duyduğumda belli belirsiz bir mahcubiyetle gülümsetirdi. Bu kadar zor bir hayat sürmüş bir kadının neşesine, dirayetine hayran olmamak imkânsızdı. Mahcubiyetse, ondan çalınan hayatın küçücük de olsa bir telafisinin mümkün ve elimizde olmayışındandı.
İşte bu kadınların binbir emekle kuşandıkları neşe zırhını kız çocuklarının hayatını karartabilmek için kılıf yapmaya çalışıyorlar şimdi de. Siyasetçisinden akademisyenine kız çocuklarına kafayı takmış bir grup zalim, habire mutlu anne, anneanne, babaanne örnekleri verip duruyor. Mutlu yuva dedikleri de işte, bu bahsi geçen kadınların zindanlarında hayatta kalabilmek için gösterdikleri müthiş dirayet. Küçücük yaşta yaşadıkları travmayı, kendi ihtiyaçlarını, kendilerini hiçe sayarak ailelerine hizmet ve şefkat vermeye devam edebilmeleri. Başka şansları olmayanlara özgü inanılmaz dirençten bir mutlu aile masalı uyduruyorlar. Sürdürmek istedikleri düzen bu çünkü.
En çok kadınlardan, kadın gücünden korkuyorlar. Yetişkin kadının kendi arzusuyla evet ya da hayır diyebilme gücünden. Kadınlar için belirledikleri üç rol var: Anne, hizmetçi, cinsel nesne. Üç türlü de rahatça hükmedebilmek için gözlerini küçük kızlara dikiyorlar. Elbette ki tükenmek bilmez bir açlıkla çocuk ve genç kız bedenleri üstünde, aslında “erkek olmayan” her şey üstünde eril tahakküm kurmak istiyorlar. Sadece dile dökülebilenin korkunç sınırı, kız çocukları. Bir salgının pençesinde küçültebileceğimiz kadar küçülttüğümüz hayatlarımıza, söyleye söyleye meşru kılmaya çalıştıkları korkunç fantezileriyle her gün karabasan gibi çöküyorlar.
Kız çocuklarının evliliğe uygun buldukları bedenlerinin cinsel olgunluğundan korkunç bir hevesle bahsediyorlar. Tabii bu yaştaki kızların kendi akranlarıyla yaşayabilecekleri evlilik dışı öpüşme, koklaşma halleri bile yasak bu zihniyete göre.
Beden gibi duygular ve aklın da kendini bulmaya çalıştığı bu dönemin cinselliği zaten her açıdan son derece karmaşık, hele de günümüzde. Kadınları eve kapatmaya çalışan muktedir zalimliğin pençesi… Aynı kaş, aynı göz, aynı ördek dudak, aynı burun, aynı popo, aynı pozlarla günün güzellik standartlarını taze zihinlere dayayan “inflensığ”lar dünyası… İletişim ve cinsellik algısı bilek büken holding Alfalarıyla porno imajlarının bileşimiyle bulanmış ergenlerin yarattığı akran istismarı riski… (Elbette hiçbirinin oluşturduğu risk ilkiyle bir değil, hatta karşılaştırılabilir cinsten bile değil.) Kadınlar her alanda müthiş bir mücadele içindeyken bir yandan da bu çağcıl çorba içinde büyümeye, kendi ayaklarının üstünde durmaya, aşka ve hayata sahip çıkmaya çalışıyorlar. Her şeye inat, başarıyorlar da.
Çocuklar ve kadınlar üstündeki ağır gölgenin sadece muhafazakâr çevrelerle sınırlı olmadığının altını özellikle çizmek istedim. Hegemonik erkeklik bir cins değil, bir tür devasa suç örgütü gibi işliyor bu noktada. Tacizden kadın cinayetlerine uzanan yelpazede toplumdaki erkeklerin çoğunluğuna göre suç hep kadınlarda. Erken yaşta mutlu evlilik masallarına karşılık yüzlerce kadın sosyal medyada kendi anne, anneanne, babaannelerinin acılı deneyimlerini paylaşıyor. Dakikasında “küçük yaştaki kızla evlenen erkek de mutsuzdur, o da mağdurdur” gibi dahiyane yorumlar geliveriyor. Bir çocukla evlenen 25 yaşındaki, kazık kadar adamla empati kurmamız bekleniyor. Halbuki istemediği bir evliliğe hayır derse en azından canını kurtarabiliyor erkekler. Bunun yerine ailenin ve “erk”in sözünden çıkmak istemedikleri için bu evliliklere çoğunlukla en azından yarı gönüllü giriyorlar. En iyi okullarda okumuş, dünyayı gezmiş ama kafasında ataerkinin çizdiği sınırları iki parmak aşamamış yığınla erkek var bu ülkede.
Bir dekan video konferansta olduğunu unutup gevrek kahkahasıyla “he heh, kızların da resmini görürüz bu vesileyle” dediğinde aklı ve vicdanı yerinde bir kesim, haklı olarak elinden gelen kıyameti koparıyor. Ama yine sözde aydın görünümlü bir kısım erkek, “erkeğin doğal güdüsü, ne var canım, biraz abartmadınız mı!” diye atlıyor. Başka açılardan eleştirdikleri zihniyetin bile gerisine düşüyorlar böylelikle. Çünkü her kesimden azımsanmayacak oranda erkek, her yaşta, her yaştaki kadınla beraber olabilme “ayrıcalığını” olduğu gibi sürdürmek istiyor. Toplumun ve kültürün örtük, açık her yolla desteklediği bu iç bulandıran konforlarından vazgeçmek istemiyorlar. Kadınlar da türlü yollarla bu değirmene çok su taşıyor maalesef, bu da başka yazılarımın konusu oldu, olmaya da devam edecek.
Bu “ama erkekler de mağdur” tutumuna kadın cinayetlerinde bile rastlanıyor. Her gün onlarca kadının erkekler tarafından katledildiği ülkede “ama onun da orada ne iş varmış”lar aynen devam ediyor. Evlilik dışı ilişkideki kadının bunu hak ettiği imaları arsızca yapılıyor. Yan damardan da, profiline göz atsan daha aydın, eşitlikçi zannedebileceğin erkekler yine atlıyor. “Kadınlar da arıza erkeklere aşık olmasın!”
Toplumun geniş bir kesimi için, erkekler hep mağdur, kadınlar öldürüldükleri zaman bile, en azından seçimleri nedeniyle suçlu. Genelleştirmeler gırla gidiyor. Halbuki bütün kadınlar arıza erkeklerden hoşlanmıyor. Hoşlananların da bir kısmı küçük yaştan beri kendisine aşk diye belletilen çeşitli düzeyde hödüklüğün ayartısına kapılmış oluyor. Her alanda kadını değersiz, aşağı, suçlu hissettiren bir kültürde kendini aşk kisvesi altındaki şiddetten koruyamıyor. Kadınların arıza erkek seçiminin başka sebepleri de var, uzun. Her durumda, bazı kadınların kendilerine zarar verme potansiyeli yüksek, sorunlu erkekleri partner olarak seçip durmaları başka şey, kadın cinayetlerini kadınların seçimlerine bağlamak bambaşka. Hiçbir kadın katilini seçmek istemez. Bu toplumda hiçbir kadın şiddet riskinden muaf değil.
Pandeminin iyice dört duvar arasına ittiği anneanne, babaannelerin belki hiçbir zaman dillendiremedikleri gerçek hikâyeleri mutluluk masallarına alet ediliyor. Kız çocuklarının bedeni de ruhu da eril tahakkümün gölgesi altında. Her gün onlarca kadın, çoğunlukla hayatlarındaki erkekler tarafından katlediliyor. “Önce insan,” “ama erkekler de mağdur” sığlığını aşamayan herkes, cinayete ucundan kıyısından ortak olmuş oluyor.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI