Kıyamet sonrası, kıyamet kopuyor!
Distopik bilim kurgu sineması, yavaş yavaş üç evreden geçiyor: Önce ‘totaliter’ bir yönetime karşı sert eleştirel duruşuyla kendini gösteriyor, doğanın dengesini bozmama hatta onun korunması kaygısıyla ‘olgunlaşıyor’ ve giderek artan ‘sosyal adaletsizliğe’ yönelerek tamamen ‘yetişkin’ bir sinema haline dönüşüyor.
Dünya sineması ve özellikle Hollywood sineması her zaman ‘felaket filmleri’ veya ‘kıyamet filmleri’ olarak adlandırabileceğimiz türe ilgi duydu ve çoğu zaman kendilerine göre ‘güncellenmiş’ karakterler, siyasi durumlar, başkaldırışlar gibi şeyler yerleştirerek yeni örnekler sunmaya devam etti…
Kuşkusuz gelişen teknolojinin ve daha çok özel efektlerin olanakları arttıkça, eskiden de yapılmış olan, deprem veya sel gibi doğal afetleri resmetmek için çok etkileyici kapılar açılmış oldu. Bu kapıları ‘The Independance Day’ (1996), ‘The Day After Tomorrow’ (2004), ‘2012’ gibi filmlerle artık bu temalarda ‘doktora’ sahibi olmuş Roland Emmerich başta olmak üzere birçok yönetmen kullandı ve zaman zaman en azından görsel olarak etkileyici filmler gördük.
Ancak ‘kötü uzaylıların istilası’ veya ‘doğal afet’ filmlerini bir kenara koyarsak, senaryosunu genelde aksiyon üzerine kuran, öte yandan ufak ufak ‘zaman aşımı’ konularını eşeleyen, sürekli insanlığın gidişatını sorgulatan, ‘geleceğin dünyası acaba nasıl olacak?’ sorusunu hatırlatan yapımlar da vardı. Örneğin John Carpenter’ın yönettiği ‘New York 1997’ ve devamı ‘Los Angeles 2016’ veya ‘Terminatör serisinin arka planını oluşturan ünlü ‘Judgement Day’ bu yapımların en akılda kalanlarından birkaçıydı.
Ancak bu soru daha çok ‘gelecek dünya’ değil ‘yaş almış bir dünya’, ‘zamana direnmiş bir dünya’ üzerinden yürüyordu ve sonunda çizilen ‘gelecek’ her zaman karanlık, yozlaşmış, yıpranmış hatta yağmalanmış bir evren olarak beyaz perdeye yansıtılıyordu. Günümüzün modern şehirleri en büyük suç merkezleri haline gelmiş ve ‘kurtarılmış’ sayılan bölgelerdeki insanlar tamamen duyguları ‘alınmış’ bir şekilde (örneğin en küçük ‘içki’ kaçamaklarının bile ağır bir suç sayıldığı bir dünyada), nerdeyse mekanik bir şekilde hayatlarını sürdürüyordu. Bu, ‘bastırılmış’, ‘kalıplara sıkıştırılmış’ insanların başında, çok sert, ciddi bir askeri güç barındıran ve son derece dar görüşlü totaliter rejimler ve onların yöneticileri bulunuyordu. Bu yöneticiler, kendi ‘kafalarına’ göre insanlığın iyiliği için savaş (!) başlatabiliyor, en güvendiği kişilere sırtını dönebiliyor ve toplum işleyişi içerisinde ‘aksayan’ noktaları onarmak yerine ‘kesip atma’yı tercih ediyor, günümüzdeki ‘kapitalist liberal demokrasilerin’ en ‘karikatüral’ temsilleri gibi görünüyorlardı.
Ancak 2010’lardan itibaren, insanlar arasında, doğaya daha çok değer verilmesi ve teknolojik büyümenin doğal hayat içerisinde sınırlarının olması gerektiğine dair belki bir zamanlar bilenen ama tekrar ‘hatırlanan’ bir bilinç oluştu. Bununla beraber arka arkaya dünyayı ‘büyük felaket sonrası’ veya ‘post-apokaliptik’ diye adlandırabileceğimiz durumlarda resmeden Elysium (2013), After Earth (2013), Oblivion (2013) veya ‘The Book of Eli’ (2010) gibi bilimkurgu filmleri yaratılmaya başlandı. Zamanında sadece ‘The Omega Man’ (1971) veya ‘The Planet of the Apes’ (1968) gibi tek tük örneklerde dile getirilen bu distopik dünyalar son derece pesimist gelecek senaryoları sunuyor ve insanların tahrip olmuş veya yok olmuş bir dünyada tekrar düzen ve medeniyet kurma çabalarını resmediyordu. Bazen ise insanlık ‘yıpranmış’ bu dünyadan tamamen ümidi kesmiş, başka yerlere gidip yeni bir ‘rejim’ kurmak istiyordu.
Bu örnekler arasından sıyrılıp, sadece ‘totaliter rejim’ eleştirisi sunmayıp başka sosyolojik konulara değinen film ‘Elysium’ oldu. ‘Elysium’ belki değindiğimiz diğer örneklerde olduğu gibi ‘yıkılmış’ bir dünyayı kullanıyor ve genel hatlarıyla bilimkurgu türünün kalıplarının dışına çıkmıyor ancak yaşadığımız ‘ekolojik’ kriz ve sosyal sınıf eşitsizliğine çarpıcı bir bakış atıyordu.
Geçtiğimiz günlerde Netflix kanalında yayınlanmaya başlayan ‘Snowpiercer’ dizisini de göz önüne alırsak, sosyal eşitsizlik ve sınıf çatışmasını, yönetmen Bong-Joon ho, ‘Parasite’ filmindeki başarısı ve cesaretiyle, belki de yakın zamanda hiç olmadığı kadar, tekrar işlenmesi gereken bir konu olarak gündeme getirdi. Başka bir deyişle bilimkurgu filmleri, zamanla, yabancı evrenlerdeki maceralardan veya bize gelen ‘yabancı istilacılardan’ ziyade birçok açıdan çok daha gerçekçi bir tablo ve bu tablonun doğurduğu veya büyüttüğü ‘çarpık’ toplum yapısı üzerine bakışlar geliştiren bir sinema türüne dönüştü.
Bu ‘sınıf farklılığı’ analizi her ne kadar ‘Snowpiercer’ dizisinin ilk iki bölümünde biraz yüzeysel kalmış görünse de, ‘Elysium’ filminde sadece, çok yıpranmış bir dünyada terk edilmiş, ‘ikinci sınıf’ sayılan insanlarla, adeta ‘saklı cennet’i andıran bir doğa ortamında (devasa bir uzay istasyonunda) 'seçilmiş’ zengin insanları karşı karşıya getirmiyor, aynı zamanda bu iki toplum arasındaki sağlık (!) olanaklarının eşitsizliğinin de altını çiziyordu. ‘Elysium’ sitelerinde yaşayan zenginler rahat ve konforlu bir yaşamın yanında, her an, ciddi tıbbi müdahalelere 24 saat hazır olan ‘ameliyat kabinlerine’ sahiplerdi ve bu, belki de ‘parasal eşitsizliğin’ en korkunç sonucunu gösteriyordu!
Sonuç olarak distopik bilim kurgu sineması, yavaş yavaş hazmederek üç evreden geçiyor: Önce ‘totaliter’ bir yönetime karşı sert eleştirel duruşuyla kendini gösteriyor, doğanın dengesini bozmama hatta onun korunması kaygısıyla ‘olgunlaşıyor’ ve giderek artan ‘sosyal adaletsizliğe’ yönelerek tamamen ‘yetişkin’ bir sinema haline dönüşüyor. Bir anlamda özgürlük-doğa ve adalet temaları üçlüsünü adım adım bünyesine katıyor. ‘Elysium’ filmi bunu yaptı. Ardından başka filmler de yaptı. ‘Snowpiercer’ dizisi ise, şu ana kadar ne yazık ki ‘yeterince’ yapamadı’!
Ancak bizce bu başka bir yazının konusu…