YAZARLAR

Bir kayyım atanıyor

Varolan gerçekliğin aksine yayılan kayyım söylentileri, kanımca muhalefetin içine düştüğü aczin yarattığı hoşnutsuzluğu bir zulüm ve baskı fantezisiyle aşmaya ve bu yoldan siyasi doyuma ulaşma amacına hizmet ediyor.

31 Mart yerel seçimlerinden sonra üzerine çokça konuşulan bir kayyım var. Aslında ona var demek doğru değil, çünkü bu kayyım hayal ile gerçek arasında salınıyor. CHP’li büyükşehir belediyelerine atanacağından endişe duyulan kayyımdan söz ediyorum. Kâh Ekrem İmamoğlu’nun yerine kâh Mansur Yavaş’ın yerine göreve geleceği ileri sürülüyor. Bazen de İzmir Büyükşehir Belediyesi için adı geçiyor. Üstelik sadece cami hoparlörlerinden Çav Bella çalınmasından sonra değil, daha önceden de birkaç kere Tunç Soyer’in yerine kayyım atanabileceği söylentileri yayılmıştı. Şimdilerde benzer bir tartışma Adana’da Zeydan Karalar üzerinden yürütülüyor. CHP’li yerel siyasetçiler halkın iradesine darbe vurulamayacağı yönünde paylaşımlarda bulunuyor. Elbette bu endişelerin tümüyle temelsiz olduğunu söyleyemeyiz. Zira CHP’li bir belediyeye kayyım atandığı da vakidir. Kaldı ki bu tartışmalar öyle durduk yere başlamıyor, genellikle bir gazetecinin şu veya bu CHP belediyesine kayyım önermesiyle ortaya çıkıyor. Söz konusu tepkiler ve açıklamalar da bunu izliyor. Gel gelelim bugüne kadar ne CHP’li büyükşehirlere böyle bir darbe vurulduğu var ne de böyle sistematik bir darbe vurma yönünde herhangi bir ibareye rastlanıyor.

Tabii bugüne kadar böyle bir şeyin olmaması bundan sonra da olmayacağı anlamına gelmez. Çünkü siyasette kabul gören genel ve şaşmaz bir kural vardır: Bir merkezden yayılan güç kendine denk bir karşıt güçle sınırlandırılmadığı müddetçe genişlemesini sürdürür. HDP’liler bu genel kuralı sık sık hatırlatıyor ve sıranın şimdi susanlara da bir gün geleceği konusunda insanları uyarıyor. Nitekim Mülkiye müfettişlerinin hazırladıkları raporlarda “Mardin modeli” olarak adı geçen öneri, uzun vadede yerel yönetimlerin tamamının atama yoluyla belirlenmesi yönünde bir eğilimin var olduğuna bir kanıt oluşturuyor. Bununla birlikte günümüzdeki güç dengeleri kayyım atamanın genel ve sistematik bir uygulama olarak bütün yerel yönetimlere yayılması için gereken koşulların henüz varolmadığını gösteriyor. Sistematik derken AKP’nin 7 Haziran sonrasında devlet gücünü kullanarak HDP’yi yalnızlaştırma ve çökertme amacıyla uyguladığı cinsten projeleri kastediyorum. Bu bağlamda HDP’li belediyelerin terör propagandası yapmak, örgüte militan kazandırmak veya finansman sağlamak gibi faaliyetler yoluyla suç işlediği ileri sürülmektedir. Ancak söz konusu iddialar hiçbir hukuki temele sahip değil ve iddiaların neredeyse tamamı sadece İçişleri Bakanlığı’na ulaşan bilgi, ihbar veya şikayetlere dayandırılıyor. Meselenin özünü Kürt sorunun ait olduğu insan hakları ve demokratikleşme bağlamından koparıp, yeniden terör ve güvenlik politikalarına eklemlemek oluşturuyor.

Bu durum, kayyım atamalarının birden fazla yerel yönetim döneminde süreklilik gösteren, sebatla tekrar tekrar devreye konan, devletin bekası ve güvenliğiyle ilgili uygulama ve politikalar bütününce tanımlanmış “kurumsal gerçeklikler” alanına ait olduğunu ispatlıyor. Onun asıl anlamını gelişigüzel dayatmaların veya günübirlik baskı politikalarının oluşturduğu tekil gerçeklikler alanında aramak yanıltıcı olur. İşte CHP’lilerin kayyım endişesi, siyasi muhalefetin ülkenin kurumsal gerçekleri içindeki asıl konumunun bilincinden değil, bu gerçeklikle kurulan hayali bağlardan beslenerek gelişiyor. Böylesi bir yaklaşımın ne türden ihtiyaçlara yanıt verdiğini anlamak için muhalefetin içinde kıstırıldığı kapanın nasıl işlediğini anlamak gerekir. Türkiye’de neyin meşru bir siyasi uzlaşmazlık veya müzakere konusu olabileceğinin sınırlarını iktidarın anladığı ve tanımladığı biçimiyle terör kavramı belirliyor. Gerçek şu ki hükümetin terör kavrayışı son derece esnek olup “manav terörü” veya “kur terörü” türünden örneklerde de görüldüğü üzere sık sık uç noktalara varabilmektedir. Ama iktidar sözcüleri dar anlamıyla terörden söz ederken özellikle düşman olarak tanımladıkları iki siyasi grubu, yani Kürt hareketini ve Fethullahçıları işaret ederler. İşte kurumsal bir faaliyet olarak Türkiye’de yapılabilir ve makbul muhalefetin sınırlarını bu biçimiyle terör kavramı çiziyor.

Bunun anlamı terörle mücadele adı altında işlenen kitlesel insan hakları ihlallerine ürkek ve cılız tepkiler vermek, terörle araya mesafe koymak bahanesiyle aslında icazetli siyaset yapmaktır. Kayyım bu icazet koşulunu yerine getirmeyen, bugün Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında işleyen kurulu düzenin çizdiği sınırlara sığdırılamayan güçleri hedef alan kurumsal uygulamanın adıdır. CHP’li büyükşehirlere kayyım atanacağı endişesini gerçekçi bulmamamın nedenini bu durum oluşturmaktadır. Çünkü bugünkü CHP, 15 Temmuz sonrasında oluşan ve “Yenikapı ruhu” olarak tarif edilen siyasi konsensüsün ev sahiplerinden olmasa da arka bahçesinde ikamete devam eden bir üvey evlat konumundadır. Bu durum değişmediği müddetçe tek tük kayyım atamaları, taktik polis operasyonları veya gözdağı niteliğindeki tutuklamalar dışında sistematik bir baskı kurulması söz konusu değildir. Elbette öze dair konularda siyaset yapamamak, gerçekte iktidarın icazetine tabi olmak, bir muhalefet gücü için kabul edilecek bir durum değildir. Varolan gerçekliğin aksine yayılan kayyım söylentileri, kanımca muhalefetin içine düştüğü aczin yarattığı hoşnutsuzluğu bir zulüm ve baskı fantezisiyle aşmaya ve bu yoldan siyasi doyuma ulaşma amacına hizmet ediyor.

Elbette burada son derece karmaşık olan ve birden fazla sayıda dinamik içeren bir süreç söz konusu. Ama yine de muhalefetin bu süreçte siyasi doyuma hangi yollardan ulaştığına üç farklı aşamayı tahlil ederek vakıf olabileceğimize inanıyorum. İlk aşama, siyasal alanda konumlanmış farklı güçlerin birbirleriyle olan rekabeti veya husumetiyle ilgilidir ve iktidar olmak için yaptıkları siyasi yatırımlar üzerinden belirlenir. HDP’nin Türkiyelileşme ve Kürt sorununu demokratik yollardan çözüme bağlama odaklı yaklaşımı karşısında CHP’nin tutumu hep ikircikli olmuştur. Bir tarafta Türkiye’deki ortalama seçmenin devletçi ve milliyetçi zihniyet dünyası ve CHP’nin bu seçmenin oyunu elde etmek için yaptığı siyasi yatırım durmaktadır. Diğer tarafta günümüz dünyasında sosyal demokrat bir parti olarak varolmanın, Türkiye için siyasi alternatif üretmenin gerekleri ön plana çıkmaktadır. Zıt karakterli bu iki eğilim arasında sıkışan CHP’nin bayram mesajı olarak “Tek Türkiye” temasını seçmiş olmasına şaşmamak gerekir. Yayımlanan mesajda bir yandan Rabia simgesinin dayandığı tekçi söylemin mantığına reverans yapılmakta, diğer yandan “81 il” vurgusuyla sözüm ona Türkiye’nin içerdiği çoğulluk ve farklılıklar, onlara gerçek anlamını veren kültürel dinamiklerden koparılarak tanınmaktadır.

CHP’nin kalbi görünüşte hukuk ve demokrasiden yana atıyor, ama iş kritik meselelere geldiğinde parmaklar hep bunların aksi yönünde havaya kalkıyor. Aynı ikircikli yaklaşıma CHP’nin dokunulmazlıklar karşısındaki tutumunda da şahit olmuştuk. Hatırlanacağı üzere Kılıçdaroğlu bunun anayasa aykırı olduğunu bile bile olumlu oy vereceğini açıklamıştı. Kayyım atamaları karşısındaki CHP tutumu da öz olarak aynı çelişkili duruş ve zihniyetten mustariptir. Kayyım fantezisinin iktidarın kurumsal karşıtının ve muhatabının aslında kendisi olduğu inancıyla ilgili olan ikinci aşaması burada işe karışıyor. İşin doğrusu, tüm diğer partiler gibi CHP’nin tabanı ve kadroları da homojen bir grup oluşturmaz. Aralarında sosyalist olup CHP’yi dönüştürmek amacıyla orada bulunanlar, sosyal demokrasinin evrensel prensiplerine yürekten inanmış olanlar, çağdaşlık ve laikliği yaşam hakkı arayışının bir parçası olarak gördüğü için orada yer alan Aleviler var. Ciddiye bile alınmayacak bazı AKP’lilerin açıklamalarını şişirmek, bunlara karşı sosyal medya kampanyaları düzenlemek, “Tek Türkiye” temalı mesajlar yayımlamak gibi politikalar esasen bu grubun beklentilerinin karşılanmasıyla ilgili. Kurumsal süreçler içerisinde ileri sürülemeyen itiraz, sembolik jestlerden, sanal meydan okumalardan ve potansiyel kayyım tehditlerinden oluşan hayali bir uzamda muhalefet duygusunu tatmin etmek amacıyla prova ediliyor.

Son aşamada, ilginç ve çelişkili bir şekilde CHP’nin sadece kendini kayyım sürecinin içine katarak onun dışında kalabildiğini görüyoruz. Bu öyle bir konum ki orada bulunan taraf, AKP’lilerin tanımladığı ve çizdiği sınırların dışına çıkmayarak bir yandan egemen iktidar blokuyla özdeşleşirken, diğer yandan muhalif konumun tanımlayıcı özelliklerini ve kendi siyasetine katacağı saygınlığın getirilerini de elden bırakmamış oluyor. CHP’nin siyasi hedefinde Kürt vatandaşların “hainlikten” ötürü su veya gaz parası ödemediğine, toplu taşıma kartı almadığına, belediye yönetimlerinin bu duruma çanak tuttuğuna, hatta elindeki iş makineleriyle insanlar savaşsın diye hendek kazdığına inanan vasat seçmenlerden oluşmuş bir topluluk var. Ama o, bu topluluğu dönüştürmeden kazanmayı, nasıllarsa o şekilde kabul ederek onların teveccühüne mazhar olmayı hedefliyor. Ana muhalefetin yaşadığı bu yalpalamalar kayyım yoluyla uygulanan siyasete darbe demenin neden yetersiz olduğunun bir başka kanıtını oluşturuyor. Kayyım, sadece seçilmiş belediye başkanının yerine bir atanmışı geçirmiyor. Bu yolla yapılabilir siyasetin ve makbul muhalefetin sınırlarını da belirliyor. Aslında bir bütün olarak siyasal hayatın sürüklendiği derin bozulmayı temsil ediyor.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.