YAZARLAR

Rüveyda Yılmaz: Gökçek'in ölümü toplumsal utancı tetikledi

Politik psikoloji çalışan Rüveyda Yılmaz, son dönemde yaşanan önemli travmalardan biri olan İbrahim Gökçek’in ölümünün ve onun bedenine Kayseri’de yapılan saygısızlığın toplumda bir utanç duygusu oluşturduğuna, ancak toplumun bu utanç duygusuyla yüzleşmekten kaçtığına işaret ediyor. Nasıl bir haleti ruhiye içerisinde olduğumuzu analiz için buyrun söyleşiye...

Politik psikoloji, siyasette ve toplumsal boyutu olan olaylarda duyguların öneminin zannedilenden çok daha güçlü bir yere sahip olduğunun anlaşılmasıyla son dönemlerde daha da önemsenir hale geldi. Özellikle Ortadoğu’nun ve İslam dünyasının bir parçası olan Türkiye gibi ülkelerde, duygular ve ruhsal durumlar kadar bunların yarattığı travmalar, paranoyalar, şizofrenik durumlar çok daha belirgin bir rol oynamakta. Rüveyda Yılmaz’la Türkiye’de hem toplumun hem de toplumu yönetenlerin haleti ruhiyesinin yanı sıra bunun politik yansımalarını konuştuk.

SAVAŞLARDA BİLE CENAZEYE SAYGI DUYULUR

Rüveyda Yılmaz

Grup Yorum üyesi protest kimliği ile bilinen İbrahim Gökçek’in cenazesinin kendi doğduğu memlekete gömülmesine izin vermeyen, “gömseniz de çıkartıp yakarız” diyen “şehirli” bir lümpen grubun bu tutumunu politik psikoloji açısından nasıl açıklamalı?

Belki radikal bir yorum olacak ama muhtemelen İbrahim Gökçek’in ölümü -kendi iradesiyle seçtiği bir yolun sonu bile olsa- toplumda bir suçluluk ve utanç duygusu uyandırdı. Fakat birçoğumuz bununla yüzleşmemeyi seçtik. Burada sorgulamak istediğim şey otoritenin tutumu değil. Ancak bir insanın hayatı toplumun gözleri önünde söndü. Bir grup insanın Gökçek’in cenazesini mahallelerinde istememesinin açıklaması Gökçek’in bedeninin onlar için sembolize ettiği şeylerin kendi alanlarına yayılmasından korkmaları olabilir. Bazı zihinler dünyaya siyah veya beyaz olarak bakarlar. Eğer siyah bir şey beyaz olana karışırsa onu tamamen kirleteceği için siyah olana katlanamazlar. Siyah olan yani “öteki” ve “düşman” olan insanlıktan çıkarılır, böylece ona veya cenazesine ne yapılırsa yapılsın suçluluk hissi yaratmaz onlar için. Ancak Gökçek bir insandı ve öldü. Zihinleri bunu algılayamayacak kadar gerçekliğin dışında. Gerçeklikte onlara asla zarar veremeyecek olan “cenazeye” olan düşmanca tutumlar, cenaze sahipleri ve yakın görüşteki insanlar için aşağılanmışlık hissi uyandırır. Yaslarını sağlıklı tutamazlar. Ayrıca bu da şiddetin bir türü olan yapısal şiddettir. Başka bir grubu kurban durumuna sokmak demek gelecekteki kurban-zalim döngüsünün tohumlarını ekmek demektir. Savaşlarda bile cenazelere saygı duyulur. Gazi Mustafa Kemal’in Çanakkale’de yatan Anzak askerleri için duyduğu ve açıkça dile getirdiği yüksek saygı düzeyini hatırlamak gerek!

ŞİDDET EĞİLİMLİLER, KENDİ ÖNEMSİZLİKLERİNDEN KURTULMAK İÇİN OTORİTE FİGÜRÜNE SIĞINMAYI TERCİH EDERLER

Tehditkâr siyaset dili üreten kurumsal bir aygıtla, sürekli güvenlik/kaygı psikolojisi üreten ve protest bir sol kimliğin cenazesine bile tahammül edemeyen lümpen/taşra tabanlı milliyetçi kitlelerin psikolojileri arasında nasıl bir korelasyon var? Hangisi hangisinden besleniyor?

Şiddet eğilimi olan bu insanlar muhakkak kendi yaşamlarında acıyı tatmış insanlardır. Bu insanların çoğu (muhtemelen çocukluk travmaları sonucu) kendi içsel yalnızlıklarından, önemsizliklerinden ve acılarından kurtulmak için bireyselliklerinden vazgeçerler. Kendi benliklerini ancak bir otorite figürü (bir ideoloji, kurum vb.) ile bütünleştirerek var edebilir, canlı hissedebilirler. Kendilerini gerçekten tanımadıkları için amaçları ve kararları özgün değildir. Bunun yerine dışsal bir güç figürü belirleyip onun amacını kendi amaçları, düşmanlarını kendi düşmanları yaparlar. Bireysel olarak asla erişemeyecekleri güce kavuşma arzusuyla bir başkasının gücüne dayanırlar. Kendileriyle aynı duyguyu paylaşan diğer insanlarla aynı potada eriyip yalnızlık ve önemsizlik duygularını bastırmış olup, aynı zamanda sahte bir gurur ve güvenlik duygusuna kavuşurlar. Ancak derinlerde kendi güçsüzlük duyguları o kadar hakimdir ki bunu ötekilere karşı yıkıcılık göstererek maskelerler, Gökçek’in cenazesine tahammül edememeleri gibi.

Kurumsal aygıtların tehdit dili kullanmaları bu kitlenin halihazırda içlerinde bulunan yıkıcılık dürtüsünü çıkartmalarına zemin hazırlayacaktır. Freud kitle psikolojisinde kitledeki herkesin liderin gözünde eşit olduğuna inanmasının elzem olduğundan bahseder. Yoksa kitlenin dağılma riski vardır. Kurumsal aygıtın tehdit dili ve/veya grupların şiddet eğilimli tavırlarını dizginlememesi halkta korku ve güvensizlik uyandırır. Halk derken aslında -farkında olmasalar da- her türlü ideolojiden insanlardan bahsediyorum. Çünkü “yıkıcılığın” onanması zaman, mekân ve taraflardan bağımsız olarak insanı korkutur. Bazısı bu korkuyu gizlemek için kendisi yıkıcı davranır, bazısı korkup otoriteyi idealize eder, bazısı ise içte veya dışta otoriteye isyan eder. Bu genel güvensizlik toplumsal, siyasal ve ekonomik alanlarda topyekun bir gerileme demektir.

15 TEMMUZ DARBESİ SONRASINDA YETERLİ BİLGİYE ULAŞAMAMAK, TRAVMAYI AĞIRLAŞTIRDI

Darbe girişimleri kitle psikolojisi ve devlet yönetimi üzerinde ne gibi patolojiyi bize miras bıraktı sizce? Darbe girişiminin yarattığı travmaları bir an önce atlatmak için adım atması gereken siyasilerimiz, bu travmayı atlatmak için değil de sanki sürdürmek için çaba harcıyorlar gibi?

Bence 15 Temmuz darbe girişimi bir toplumsal travmadır. Hatırladıkça hâlâ göğsümdeki sıkışıklığı hissederim. Darbe girişimi sonrasında terapiye başvuran insanlarda panik atak ve kaygı bozukluğu şikayetlerinin arttığını gözlemlemiştim. O gece yaşadığımız kaos ve toplumun güven duygusunun dayanaklarından biri olan demokrasiye karşı bir girişim olması yeterince trajik iken, devam eden süreçte o gece ve sonrasında olanları yeterince analiz edecek bilgilere ulaşamamamız travmanın yükünü arttırıyor. Zira bu girişim sonrasında düşüncelerimizi ve deneyimlerimizi kendimiz şekillendiremedik. Hâlâ bilincimizde o gece olanlar ile ilgili kopuk parçalar var, bütünleştirmekte zorlanıyoruz. Gelişen olaylar arasında neden-sonuç ilişkisinin tam olarak kurulamaması, suçlu ve suçsuzların ayrımının toplum vicdanını rahatlatacak bir şekilde somut kanıtlara ve tanımlara dayandırılamaması bizleri çaresizliğe ve korkuya itiyor.

Yine bu sebeplerde toplum yasını kendi doğal hızında ve şeklinde tutamadı. Otorite bize adeta “Sizin nasıl yas tutacağınızı ben biliyorum, güvenin bana ve sorgulamayın.” dedi. Hızlıca anıtlar dikildi, müzeler açıldı, köprünün adı değiştirildi ve yeni bir milli bayramımız oldu. Aslında bunlar toplumda yas için gerekli semboller olmasına rağmen toplumun bunları kanıksama ve özümseme hızında olmalıydı. O gece şehit olanlar için dikilen anıtlarda dua edenlerden ziyade dua ederken fotoğraf çektirenleri görmemiz de bunun bir ispatıdır.

Darbe girişimi ister istemez devlet yönetiminde otoriterleşmeye neden oldu. Böyle kriz dönemlerinde sonuç odaklı, hızlı ve otoriter politikalar gerekli ve işlevseldir aslında. Ancak bu otoriter politikaların bir süre sonra gevşetilmesi beklenir. Ayrıca otorite figürlerine radikal bir şekilde bağlı olan kesimlere liderlerini kaybetme korkusu yerleşmesi ve otoritenin bu korkuyu giderme kaygısı taşımaması da ayrı bir başlık. Dolayısıyla günümüzde ilgili-ilgisiz birçok durum, bu prototipteki toplulukların ortak korkularını aktive edip saldırganlaşmalarına sebep olabiliyor. Dolayısıyla ülkedeki tüm kesimlerin (sadece doğrudan mağdur olanlar değil tüm siyasi partiler, dini topluluklar, örgütlenmiş STK’lar) kendi düşüncelerini tehlike altında görmeye başlamaları çok anlaşılabilir.

.

GÜNCEL BASİT BİR OLAYIN BİLE DEVLETİN BEKASINA BAĞLANMASI TARTIŞMAYI KİLİTLİYOR

Sizce algı yönetimi odaklı siyaset ve bütün enerjisini buna odaklayan otoriter yöntemler nasıl analiz edilebilir? Her şeyi algı yönetiminden ibaret olarak gören bir yaklaşım gerçeklikten kopuş anlamına gelmez mi? Burada bir patoloji yok mu?

Durum şu ki, gündemle ilgili bilgi almak için bir siyasetçinin veya yorumcunun konuşmasını dinlediğimiz birçok zaman konuyla alakasız şeyleri veya geçmişe göndermeleri sıklıkla duyuyoruz. Sadece seçilmiş gerçekleri duymak veya geçmişte olan olaylara sürekli vurgu yapılması, ister istemez güncel olaylara bakış açımızı ve düşüncelerimizi etkiliyor. Kaybolmuş hissediyoruz. Geçmiş, şimdi ve gelecek karışıyor. Aklımızda mevcut durumun çözümünden ziyade anahtar kelimeler, semboller, düşmanlar, zaferler vb. kalıyor. Özellikle travma geçmişi olan toplumlar politik propagandalardan daha çok etkileniyor.

Aslında algı yönetimi yapmak, bir şeyi “satmak” anlayışı olan kapitalist düzenin genel tutumu. Bu şeyi (bir ürün, fikir vb.) satmak için sonuca giden her yol mubah. Bu tutumu siyasette, medyada, ticarette hatta romantik ilişkilerde bile görebiliriz. Kişilerin kendi bireysellikleri ve özgün fikirleri baskılandığı için dürtüleri ve duyguları daha açık hale geliyor. Özellikle insanlarının derin duygularına dokunan kutsallarla politik figürlerin ilişkilendirilmesi beyinde eşleşmelere sebebiyet veriyor. Örneğin, son yıllarda birçok insan devletin ve milletin bekası tek bir politik gruba bağlıymış gibi hissediyor. Güncel basit bir olayın bile devletin bekasına bağlanması konuyu ve tartışmayı kilitliyor.

SEMBOLLERİN YOĞUN KULLANIMI, GEÇMİŞ TAVRMATİK DENEYİMLERLE İLGİLİ

Politik psikoloji açısından, geçmişin belirli semboller ya da sembol isimlerine, günümüzden siyasi mesaj vermek için gönderme yapılması ya da bütünleştirme eğilimleri nasıl yorumlanmalı? Tarihsel regresyondan (gerilemeden) da bahsedebilir misiniz?

Travma yaşayan kişilerde ve toplumlarda belirli tetikleyiciler ile geçmiş travmatik deneyimler yeniden canlanabilir. Hatta travma deneyimini doğrudan yaşamamış insanlar da nesilden nesle aktarım sonucu benzer şeyler yaşarlar. Mantıksız olsa da sanki o an tekrar yaşanıyormuş gibi hissedilir. Çoğunlukla bu duyumların ve duyguların gerçek temeli anlaşılmaz ve güncel meselelere atfedilir. Yeni düşmanlar bulunur. Korku ve düşmanlık toplumun geneline yayılırsa buna toplumun gerilemesi diyebiliriz. Binlerce insan tarafından paylaşılan, on yıllarca kış uykusuna yatabilen trajik yaşanmışlıklara “seçilmiş travmalar” demiş Vamık Volkan. Seçilmiş travmalar bazen siyasetçiler tarafından uyandırabileceği gibi, bazen de küçük bir kıvılcım ile başlayıp domino etkisiyle topluma yayılabilir. Toplumsal psikolojide seçilmiş travmalarla aynı etkiyi, olumlu duygularla yaratabilen “seçilmiş zaferler” de var tabii ki.

Örneğin, yakın zamanda ulusal eğitim sisteminin bir parçası olarak internet üzerinden sunulan bir tarih dersinde merhum Adnan Menderes’in idam sahnesine ait bir betimleme gösterildi. Adnan Menderes’in idamının, bir kesim için seçilmiş bir travma olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Birkaç dakikalık bu görüntü, seçilmiş bir travmayı tetiklemiş bile olabilir. Böylece geçmişte liderlerini acı bir şekilde kaybetmenin verdiği korku ve öfke canlanıp mevcut lideri kaybetme korkusu ve bunu izleyen “öteki”ne duyulan yoğun bir öfkeye dönüşebilir. Nitekim bundan sonra bazı kişiler bir kesimi apaçık tehdit ettiler. 27 Mayıs darbesinin yıldönümünde Yassıada Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nın açılışı ile beraber yine merhum Adnan Menderes’e ve eski sol partilere çokça göndermeler yapıldı. Yine mayıs sonu İzmir’in bazı camilerinden Çav Bella gibi müzikler çalındı. 12 Eylül darbesinde camilerden ezan sesi yerine darbe anonsu dinleyen neslin anıları canlı iken bu, bir kesimin darbe travmasını tetiklemiş olabilir.

KRİZ ANLARINDE KONFOR ALANINDA KALMAYA YATKINIZ

Bu ara küresel anlamda otoriter liderler ön planda, dünyada sağ popülist partilerin icraatlarının bu kadar eleştiri ve tepkiye rağmen yaygınlaşmasını, sıradan insanlar nezdinde kabul görmelerini hangi psikolojiyle açıklamalı?

Şu anda küresel bir kriz durumunda olduğumuz için otoriter liderlerin ön planda olması çok normal. Salgın süresince geleneksel düşünmeye, konfor alanımızda kalmaya, yeni bir şeye başlamak yerine eskiyle devam etmeye daha yatkınız. Anormal bir durum olmadıkça toplum kurallarını delmeye yatkın bireyler dahil kuralları çiğneme konusunda daha çekimseriz. Gerçi kurallar sadece görev bilinciyle yapılınca, marketten çıkan maskeli amcanın kullandığı maskesini yanındaki amcaya vermesi gibi, ortaya komik tablolar çıkabiliyor.

Öte yandan birçok insan kendi ve sevdiklerinin sağlığı ile ilgili kaygı duyduğu için, yani hayatta kalma derdinde olduğu için korku, kaygı hatta şok belirtileri gösteriyor ve komplike düşünemiyor. Eleştirel düşünemeyenler hayatta kalma odaklı, basit yargılara varıyor. Sağlık konusunda ülkemizin süreci görece iyi yönettiğini ve halkın aleyhine olabilecek politikaların bile ana akım medya tarafından yumuşak bir şekilde sunulduğunu dikkate alırsak sıradan vatandaşların nezdinde tartışmalı icraatların ve yönetim şeklinin kabul görmesi çok normal.

SALGIN DÖNEMLERİNDE İNSANLAR SAĞ İKTİDARLARI TERCİH EDİYOR

Pandemi süreci ülkemizde ve dünyada nasıl bir toplumsal ve siyasal psikolojiyi tetikleyecek sizce? Gelecekte bizi ekonomi ve politika alanında neler bekliyor? Nasıl bir dünyaya hazırlanalım?

Bu aşamada bile pandemi toplumsal ve siyasal alanlarda psikolojik bir değişimi tetikledi. Toplumun her katmanında gözleyebildiğimiz üzere, otoriteye itaat, sisteme entegre olmak ve garanti edilmiş gelir seviyesi yükselen trendler. Bu durumda, araştırmaların da teyit ettiği üzere, böyle olağanüstü zamanlarda (salgın, savaş, doğal afet vb.) halk, sağ yönelimli iktidarları ve onların korumacı politikalarını tercih ediyor. Genel olarak ülkelerin ve bölgelerin sınırları belirginleşiyor. İnsanlar ait hissettikleri gruba daha da yakınlaşıp “öteki” olarak gördükleri gruplardan daha da uzaklaşıyor. Bu noktada ülkemizde süregelen politik yaklaşımlar içinde en çok değişime uğrayacak olan konunun “göçmen politikası” olduğunu düşünüyorum. Halklar göçmenlere eskisi kadar “hoşgörülü!” olmayacaktır. Irkçılık, yabancı korkusu, farklılıklara tahammülsüzlükler ortaya çıkabilir.

Diğer taraftan uzmanlık alanım olmamakla birlikte, zaten var olan bir ekonomik krizin daha da derinleştiğini ve bizim gibi orta ölçekli, dışa bağımlı ekonomiler için daha zorlu bir süreç olacağı aşikar. Konu ekonomi yani para olunca, tercihler siyasi yaklaşımın tam tersi olarak liberal politikalardan yana oluyor. Fakat biz uzun süredir liberal bir yaklaşım içerisinde olduğumuz için bu konuda çok kayda değer bir hareket alanımız olduğunu düşünmüyorum. Katar’la yapılan swap anlaşmasıyla bir nebze rahatladığımız son dolar krizi de bunun bir göstergesi. Konuya politik psikoloji penceresinden bakmak gerekirse, zor zamanlarda kurumsal aygıtların gerçeklikte kalması, sorunun tespiti ve çözümü açısında çok kritik, ancak bizim ülkemizde bu çok mümkün görünmüyor, “Almanya bizi kıskanıyor”, “Amerika bile yardımımıza muhtaç kaldı” gibi söylemlerin kurumsal yapılar tarafından desteklenmesi gerçeklikten ne kadar uzak olduğumuzun bir göstergesi.

SALGIN TÜM İNSANLIĞI TEHDİT ETTİĞİNDEN BELİRLİ BİR GRUP KENDİNİ TEHDİT ALTINDA HİSSETMİYOR

Pandemi sürecinde fiziksel ya da sosyal mesafe kavramıyla birlikte herkesin kendi sınırını koruması gibi bir şey ortaya çıktı. Bunun büyük grup kimliği psikolojisini tekrardan alevlendirdiğini düşünüyor musunuz?

Fiziksel mesafe ile birlikte sınırlar korundu. Ancak birçok insan için sosyal mesafenin varlığından söz edemeyiz diye düşünüyorum. Teknolojiyi kullanarak eskisinden daha sosyal olanlar var. Virüs aleni görünen ve herhangi bir büyük grup kimliğini hedefleyen bir dış düşman olmadığı için büyük grup kimliğimizi bir ötekinin tehdidi altında hissetmiyoruz. Ancak toplum olma hissine ve desteğe bu süreçte çok ihtiyacımız olduğu açık. Bence büyük grup kimliğinin olumlu manada aktive edilebilmesi için, toplumun tüm unsurlarının otorite gözünde eşit olduğu hissini deneyimlemesine ihtiyacımız var.

BÖYLE DÖNEMLERDE DEVLETİN HALKTAN BAĞIŞ TOPLAMASI, TOPLUMDA KAYGILARI TETİKLER

Çin gibi katı kuralların uygulanması pandemiyle mücadelede başarı sağlarken öte yandan da travmaları tetikliyor. Sürekli evde kalmak zorunda olan, sosyalleşmesi neredeyse sıfıra inen insanların psikolojileri bozuluyor. Bu çelişkili durum nasıl aşılabilir? Salgınla başarılı bir mücadele yürütüp aynı zamanda travmalar meydana gelmesini engelleyecek bir formül yok mu?

Aslında insanların sosyalleşmesi sıfıra inmedi, fiziksel mesafesi kısıtlandı sadece. Hatta bazı insanlar artık daha sosyal. Birçok etkinlik sosyal platformlara taşındı. Eskiden sayısız şeyleri kovalayan insan kendine ve sevdiklerine zaman ayırmaya başladı. Öte yandan da doğum travması başta olmak üzere eski travmalarımız da tetikleniyor. Ayrıca pandemiyi daha acı bir şekilde yaşayanlar da var, onlara destek vermek gerekiyor.

Her ne kadar kısıtlamalar olsa da devlete güven oldukça ve birlik beraberlik bozulmadıkça çoğumuz bu süreci kalıcı yara almadan atlatırız. Hele ruhsal yapısı sağlıklı olan insanlar bu kısıtlamaların olumsuz etkilerinin üstesinden geleceklerdir. Ancak otoritenin kapsayıcılığı, tutarlılığı çok önemli. Mesela ekonomik açıdan sıkıntılar olduğunda ilgili birimlerin her şey yolunda deyip halktan maddi destek istemesi veya yeni vergiler çıkarması halkta kaygıya yol açar.

Bu süreçte içsel yalnızlık ve güçsüzlük hisseden binlerce insan için otorite tarafından kapsanmak ve liderin gözünde diğerleriyle eşit hissetmek çok kıymetli.

BAZI OTORİTER KİŞİLİKLER, BİR TAKIM OTORİTELERE İSYAN EDERKEN DİĞER OTORİTELERE BOYUN EĞER

Toplumda kutuplaşma çok açık. İroni yaparsak her türlü kötülüğü, başarısızlığı CHP’ye mal ederken, hatta kendisinden önce yapılmış projeleri kendisine mal edip ‘biz yaptık’ derken karşı taraf son dönemdeki sağlık altyapısındaki başarıyı da Atatürk’e mal ediyor. Sizce bu süreç nasıl tanımlanmalı? Nasıl gelişebilir?

Bu tavırları anlamak için önce -daha önce bahsettiğim- kişinin kendi acısı, güçsüzlüğü ile kalmamak adına kendi benliğinden vazgeçip bir başkasıyla (lider, grup, ideoloji vs.) kaynaşması sürecini anlamak lazım. Kendi benliğinden uzak insanlar sahte ve robotik bir yaşam sürerler. Eleştirel düşünemezler. Yeni ve özgün fikirler üretemezler. Bu kişiler kendi kendileriyle çelişmemek adına inandıkları şeyi sonuna kadar savunur, hatalarına mantıksal açıklamalar bulurlar. Otoriter kişiliğin bazı otoritelere isyan edip, diğer otoritelere boyun eğen bir türü vardır. Bu süreç eleştirel düşünemeyen ve birbirini anlamayan farklı kesimlerin sarmal olmuş çıkmaz yolu gibi geliyor bana. Her taraf kendi kurban ve ötekinin zalim durumunda oluşunun onanmasını bekliyor. Birbirlerini dinlemedikleri, anlamadıkları, gerçek bir diyalog gelişmediği sürece yol almak ve ortak paydalara doğru yönelmek mümkün görünmüyor. Ancak bana umut veren bir konu var; anılarda kalan saygılı, seviyeli ve şeffaf siyasete duyulan özlemin toplum içinde giderek yükseldiğini ve yukarıdaki çıkmaza giren sürecin sona ermesini isteyenlerin sayısının, durumu umursamayanların sayısından fazla olduğunu düşünüyorum. Ana akım medyanın yeterince zaman ayırmadığı muhalif gruplara sosyal medyada gibi artarak devam eden yoğun ilgi de bunun göstergesi.

Rüveyda Yılmaz kimdir?

Rüveyda Yılmaz 2010 yılında Bilkent psikoloji bölümünden mezun olmuş ve ardından klinik psikoloji yüksek lisansı yapmıştır. Eğitim hayatı boyunca çeşitli sosyal projelerde yer alan Yılmaz, politik psikoloji alanında gözlem yapma ve Prof. Vamık Volkan ile birlikte çalışma imkânı bulmuştur. Yılmaz birçok psikoterapi eğitimi almış ve yıllardır klinik psikolog-psikoterapist olarak kendi özel ofisinde danışanlarına seanslar vermektedir. Ayrıca somatik deneyimleme asistanıdır.


İslam Özkan Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.