HDP’nin ‘yeni dönem’ belgesi ve yeni dönem
HDP, Türkiye’nin göğünde bir süredir asılı duran bir ‘restorasyon’ için, o restorasyona çok daha ‘gönüllü’ olanlara kıyasla gayet soğukkanlı bir şekilde, bir tür ‘gevşek işbirliği’ öneriyor. Olası bir restorasyonun, HDP’yi bir aktör olarak içermemesi durumunda başarı şansının olmadığını –nazikçe– dile getiriyor. Kanımca, son bildirgede, söylediklerinden çok söylemedikleriyle konuşuyor.
Türkiye, iktidarın ekonomik modelindeki sıkışmayla ve toplumda giderek artan itiraz eğilimlerine bağlı olarak, esasen 2013 baharından beri gözle görülür bir siyasal sıkışma yaşıyor. Bu sıkışmayı doğurgan bir ‘ilk/büyük patlama’ olarak ortaya çıkaran, bundan tam 7 yıl önce Gezi protestoları olmuştu. AKP iktidarının, Gezi’nin karşısına çıkardığı ve son noktada kendisi açısından çözümsüz sorunların üzerinden aşmak için katı bir ‘sopa’ politikası izlemesi, söz konusu sıkışmayı geçici olarak bastırdı. Bunun üzerinden pek çok başka kriz geçti. 17-25’te somutlaşan ‘kavga’, 2015 seçimlerinin tekrarlanmasına yol açan destek kaybı, bununla da bağlantılı olarak Kürt sorununu şiddet yoluyla çözme stratejisi, 2016’daki darbe girişimi, 2017’deki tartışmalı anayasa referandumu, 2018’de ancak MHP tahkimatıyla korunabilen iktidar ve nihayet 2019 yerel seçimlerinde açıkça görünür hale gelen ‘erime’… Bunların yanına, uluslararası ilişkilerde yaşanan çok yönlü ve aktörlü krizlerle, 2018 yazından beri neredeyse daimi hale gelen derinlikli bir ekonomik krizin süreğen sarsıcı etkisini de eklemeli.
Varılan noktada, Erdoğan-MHP iktidar koalisyonunun izleyebildiği temel siyaset şu olmuştu: Tüm toplumu sıkı bir baskı kıskacında tutmak; sorunların konuşulmasını neredeyse yasaklamak; hem sandığın hem de meclisin üçüncü büyük partisi HDP’yi zor yoluyla denklem dışına süpürmek; diğer muhalefet aktörlerini de bu şeytanlaştırma stratejisi ekseninde sürekli HDP’yi işaret ederek ‘etkisizleştirmek’ ya da birlik olanaklarını sabote etmek…
Koşullar buyken, hafta sonu HDP’nin, “yeni dönem strateji hattı ve tutum belgesini” açıklayacağına dair basın çağrısı duyulunca, çağrıda sözü edilen ‘yeni hat’ ve ‘tutum’ merak uyandırdı elbette. Ve dün, Eş Başkanlar Pervin Buldan ve Mithat Sancar, 9 maddede toplanan esaslar üzerinden bu hattı ve tutumu duyurdular. Belki öncelikle söylenmeli ki; toplantı açılışında yapılan açıklama da, 9 maddede ifade edilen hususlar da çok yeni denebilecek, bir strateji ya da tutum değişikliği olarak algılanabilecek bir içeriğe sahip değildi. Ancak bazı detaylarda ve açıklamanın tümünü sarmalayan ‘üslup’ ve ‘atmosfer’de izine rastlanabilecek bir strateji; esasen de muhalefetin diğer unsurlarına yönelik mesajlar içeren, olası bir ‘AKP sonrası’ dönem için kendi yordamını ortaya koyan bir tutum bulmak mümkün. HDP’nin kapladığı geniş siyasi alan ve gücü, onun ülkenin yarınına ilişkin strateji ve tutumunu önemli hale getiriyor. Dolayısıyla burada bir zihin egzersizi yapmanın zararı yoktur diye kabul edip, 9 maddelik tutum belgesinin toplamda neler söylüyor olabileceğini tartışabiliriz. Bunun için önce, yazının başında değindiğimiz tarihe, 7 yıl önceye giderek aradaki dönüşümle, ‘olası yarın’ın ilişkisini kurmalı.
2013 yazından itibaren başlayan yeni süreç, hem iktidarın hem de muhalefetin bazı temel yönelimlerini, ittifaklar desenini, hatta öznel yapılarını değiştirdi. Bunu somutlamak gerekirse, Gezi’nin, öteki siyasal varlıkların yanı sıra AKP’yi de değiştirdiğini söyleyerek başlayabiliriz.
AKP, merkezinde önemli oranda Milli Görüş kökenli siyasetçiler olmak üzere, farklı ‘kök’lerden gelen siyaset sınıfı mensuplarının da, bazı bürokratlar ve teknokratlar ile çeşitli tarikat ve cemaatlerin de bulunduğu bir tür koalisyondu. Bazı sermaye kesimleri, küçük ve orta üreticilerin önemli bir bölümü, toprak sahipleri, kasaba eşrafı hatta işçi sınıfının hatırı sayılır bir kitlesi de dâhil olmak üzere karmaşık bir toplumsal tabanı ‘temsil’ etme konusunda bir maharet gösteriyordu. Erdoğan ise hem o koalisyonun hem de temsil edildiği varsayılan toplumsal sınıfların gür sesli bir sözcüsü gibiydi. 2013 yazından itibaren bu görüntü hızla ve Erdoğan lehine değişti. AKP’nin güçlü (sanılan) siyasi figürleri hızlı bir şekilde ya tasfiye edildi, ya etkisizleştirildi, ya da ancak yeni Erdoğan kültünün inşasına destek ve fayda sağlayabildiği ölçüde ‘içeride’ kalmasına izin verildi. Parti olarak AKP yerini, lider olarak Erdoğan’a bırakmaya başladı hızla. Erdoğan, bir dönem partisinin temsiliyetinde temerküz etmiş olan geleneksel sağ siyaseti de şahsen temsil etmeye başladı böylece. MHP’yle dirsek temasından zorunlu koalisyona varan ilişki bununla çelişmez. Birincisi MHP bir sağ parti olmakla birlikte devlet ve bürokrasi için de siyasal gücünden farklı ağırlıklar taşıyabilen bir ‘kurum’dur. İkincisi bu koalisyon, Erdoğan’ın tüm sağı temsil etme iddiasındaki zaafın ve kırılganlığın da somut bir göstergesidir.
Türkiye’de burjuva/anaakım siyasete yakın zamanda katılan ve üzerinde çok konuşulan üç partinin de yine aynı siyasal alana, milliyetçi, muhafazakâr ve liberal sağa ilişkin bir palet oluşturması bu açıdan ilginçtir. İyi Parti, Gelecek ve Deva’nın, biri MHP’den ikisi AKP’den olmak üzere bizzat bugünkü siyasal iktidarı oluşturan koalisyonun içinden koparak gelmiş olması, başka şeylerin yanında sağ siyasetteki bir karşılıksızlığın ve buna bağlı bir arayışın sonucu olarak görülebilir. Bazı etkileri şimdiden görülmeye başlanan bir çözülmenin işareti olarak ortaya çıkan bu partiler, kendi olası etki ve ömürlerinden de bağımsız olabilecek şekilde, siyaset sahnesinde yakın zamanda ortaya çıkabilecek dönüşümlerin birer işaretçisi gibi davranıyor. Bu noktada, büyük bir söylem gücü iddiasıyla ve parlak isimlerle kurulup 2002’de girdiği ilk seçimde büyük hüsrana uğrayan, ama içinden çıktığı ‘iktidar partisi’ DSP’nin mezarına da epey toprak biriktiren Yeni Türkiye Partisi’ni özellikle genç okurlara hatırlatmalı belki.
Velhasıl, sağdaki bu hareketliliğin, Türkiye’nin başta büyük ekonomik sorunlar olmak üzere geniş bir sorunlar alanında kriz içinde bulunmasına rağmen siyasi açıdan tıkanmış olma durumuna ilişkin, çok yönlü bir ‘çıkış’ arayışının da enstrümanı olarak kıymet kazanmak isteğinde olduğu görülüyor. İktidarın devlet olanaklarını (yargıyı, kolluk güçlerini ve yasamayı çoktan etkisiz hale getirmiş bir tek adam yürütmesini) kullanarak yokmuş gibi yaptığı durum, aslında Türkiye kapitalizminin geleceğine ilişkin iki farklı eğilimin bir tür ‘pat’ durumudur. Hem ülke içindeki yönetici sınıfların hem de uluslararası sistemin, Türkiye’nin geleceğine ilişkin birden fazla seçeneği göz önünde bulundurarak davranması tarihsel bir olgu. Bunu elbette iktidar ittifakı da görüyor; ancak gerek kendi iç dengeleri gerekse toplumla ilişkileri açısından son derece kırılgan bir zeminde ve çözmesi gereken devasa sorunlarla karşı karşıya. Buna rağmen, kendisine alternatif olabilecek bir ‘muhalefet ittifakı’nı da, başta şoven bir ‘HDP kartı’ olmak üzere, milliyetçi, dinsel hamaseti kullandığı çomaklarla dengesizleştirmeye çalışıyor ve bunda kısmen başarılı da oluyor.
HDP’nin “yeni dönem strateji ve tutum belgesi”ni çerçeveleyen 9 maddelik bildirge ve onun açıklanması sırasında dile getirilenler; yakın geleceğe dair bu ‘ikili durum’u tespit etmiş şekilde, esasen muhalefetin diğer unsurlarına yönelik önemli mesajlar içeriyor kanımca. Öncelikle kendi demokratik-sol pozisyonunu, çok sık tekrarlanan emek, toplumsal eşitlik, gelir adaleti vurgularıyla teyit ediyor. 2017 yazında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a yaptığı yürüyüşün temel sloganı “Hak, hukuk, adalet”i birinci maddenin başına yazarak bir sol temas için uzun bir adım atıyor. Esasen HDP’li belediyelere yönelik bir sopa olarak kullanılan kayyum uygulamalarını tüm muhalefet adına reddediyor ve demokrasi sorunlarının birleştiriciliğine dair bir mesaj vermiş oluyor. Ve elbette, Kılıçdaroğlu’ndan Akşener’e, Babacan’dan Davutoğlu’na dek tüm aktörlerin üzerinde birleştiği parlamenter sisteme dönüş çağrısını daha geniş bir hareket zemini olarak seriyor. Kürt sorununun çözümüne ilişkin çok kapsamlı ve detaylı ifadeler yerine barışçıl çözüm sloganıyla özetlenen yaklaşım, bu konuda kısa vadede bir gerilimin tarafı olmayacağına dair işaret veriyor. Metnin tümüne damga vuracak şekilde, Türkiye’nin asıl sorununun “faşizmin kurumsallaşması” olarak adlandırılan mevcut yönetim sistemi olduğunu ve buna yönelik olası bir restorasyon sürecinin öncelikli olduğunu vurguluyor. Bu süreçte, ‘kendisinin kimseyle kavga etmeyeceği’ niyet beyanıyla birlikte, herkesin kendi sorun alanları üzerinden katılacağı bir toplam muhalefete katkı sunacağını ilan ediyor. Olası restorasyonun ‘sağ’ kanadına ilişkin organik bir beklentisi olmadığını, toplumun demokratik ve sol güçleriyle temas ve işbirliği içinde kalmaya devam edeceğini söylüyor.
HDP, Türkiye’nin göğünde bir süredir asılı duran bir ‘restorasyon’ için, o restorasyona çok daha ‘gönüllü’ olanlara kıyasla gayet soğukkanlı bir şekilde, bir tür ‘gevşek işbirliği’ öneriyor. Olası bir restorasyonun, HDP’yi bir aktör olarak içermemesi durumunda başarı şansının olmadığını –nazikçe– dile getiriyor. Kanımca, son bildirgede, söylediklerinden çok söylemedikleriyle konuşuyor.
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI