Anayasa hareketleri geri gelir mi?
Yoksulluk mu çekiyorsunuz, güçlü Türkiye’yi karşınıza alarak bunu dile getiremezsiniz; iş güvenceniz mi yok, güçlü Türkiye’nin düşmanı gibi hareket edemezsiniz; yurttaşlık haklarınız ihlal mi ediliyor, güçlü Türkiye’ye karşı tutum alamazsınız. Bu devletin polisi, sokak ortasında sizi dövebilir, siz güçlü Türkiye’nin polisini “karalayamazsınız.”
Jacques Ranciere, Siyasalın Kıyısında adlı ilham verici eserine “vaadin sonuna” ilişkin analizi ile başlar. Politikacıların vaatten vazgeçmesinin övüldüğü bir çağdayızdır artık. Ütopya adalarına göndermelerin olmadığı, geleceğe ilişkin vaatlerin yaratacağı felaketlerden korkmanın anlamının kalmadığı bir çağ. Siyasal erkin vaatte bulunarak güçten düşmeyeceği, kendini zayıf hissetmeyeceği, bir yönetme, uyum ve çalışma çağı. Üzerinden on beş yıldan fazla bir vakit geçtikten sonra, Ranciere’nin bu analizinin sadece iktidarlar için değil, muhalif partiler, toplumsal hareketler için de anlamını idrak ediyoruz. Vaat ile birlikte siyasetin temel unsurlarından biri olan “talep”in de soluklaştığı bir çağdayız. İktidarlar vaadin yerine gücü koymuş durumda. Ne kadar güçlü olduklarını anlatarak iktidarda kalmanın yolunu bulmuş durumdalar. “Güçlü Türkiye” söyleminin bütün alt içerikleri, “dik dur eğilme” sloganın bizzat kendisi, beka söyleminin bir dönemki belirleyiciliği Türkiye’de siyasal iktidarın, yönetme ve güç ilişkisi kurduğu düzlemden vaadi tamamen dışarı koymuş durumda. Ya da vaat olarak sunulanlara bakalım, mega projeler, saraylar, saltanatlarla kurulan itibar, güçlü ordu, güçlü polis, satılan kamu malları, halkın meşru direnişlerini güç ile kırmak, isyan bastırmak. İktidarların bu siyasal düzlemde yürüttüğü siyasaların görünmeyen stratejisi ise siyasal “talep”i ortadan kaldırmak, onu yok etmek, mümkün değilse görünmez kılmak…
GÜÇLÜ İKTİDAR
Taleplere karşılık vaatler üzerinden işleyen bir politikayı ortadan kaldırmanın bütün yolları döşenmiş durumda. Yoksulluk mu çekiyorsunuz, güçlü Türkiye’yi karşınıza alarak bunu dile getiremezsiniz; iş güvenceniz mi yok, güçlü Türkiye’nin düşmanı gibi hareket edemezsiniz; yurttaşlık haklarınız ihlal mi ediliyor, güçlü Türkiye’ye karşı tutum alamazsınız. Bu devletin polisi, sokak ortasında sizi dövebilir, siz güçlü Türkiye’nin polisini “karalayamazsınız.” Bu devletin Yüksek Öğretim Kurulu intihal içeren yayınları sitesinde yayımlayabilir, siz güçlü Türkiye’nin bilimine zarar veremezsiniz; bu devletin bakanı kendini savcı yerine koyup talimat verebilir, siz yargı bağımsızlığı yok diyerek güçlü Türkiye’nin tarafsız yargısını zedeleyemezsiniz; seçilmiş belediye başkanları görevden alınabilir, ama siz bunu eleştirerek güçlü Türkiye’nin güçlü demokrasisine halel getiremezsiniz. İktidar güç söylemini kullanabileceği her sözcüğü temellük eder, temel strateji budur, iktidar olmak artık her zamankinden fazla güçle, bu oranda kaba güçle ilgilidir. Talep etmenin örgütlü yolları tamamen kapatılmış, aslında örgütlü mücadelenin talep eden kurumları olarak on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmış temsili kurumlar büyük bir baskı altındadır. Bunların başında sendikalar, sınıf örgütleri vardır. Güçlü Türkiye ya da herhangi bir güçlü iktidar, karşısında talep eden bir güce katlanamaz, en büyük dehşetidir bu. Bu nedenle toplumsal örgütlenmelerin, hak taleplerinin yerini ricacı örgütler, sivil toplum içinde organize olmuş hak temelini içermeyen “iktidar tanışları”, aracıları almıştır. Memur Sen örneği bunun tipik biçimidir. Tayin talebiniz mi var, Memur Sen’e üye olursanız hallolur. Çalıştığınız kurumdan mı memnun değilsiniz, sendikanız halleder. Elbette talep ederek değil, bir üstüne ricada bulunarak. Bu bir üst bildiğimiz idari hiyerarşi içinde değildir elbette. Ama bilmediğimiz idari hiyerarşi herkes tarafından tanınmakta, bilinmektedir. Vaatle birlikte talebin solgunlaştırılması, hak temelinin ortadan kaldırılması üzerine inşa edilen siyaset, toplumsal çürümenin ve yurttaşlık haklarının içinin boşaltılmasının da temel mekanizmasıdır. Güçlü Türkiye’nin temeli, “Padişahım çok yaşa!”dır.
TALEBİN YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ
Kürsü hocamız, Anayasa Mahkemesi eski üyesi Fazıl Sağlam’ın 2017 rejim değişikliğine ilişkin söylediklerini bu noktada hatırlamakta fayda var. Fazıl Hoca’nın yeni rejim ile birlikte Türkiye anayasal gelişmesinin önemli noktalarda Kanunu Esasi’nin gerisine düştüğü tespiti okuyucuya biraz aşırı gelebilir. Ben bu tespiti yukarıda analiz etmeye çalıştığım vaat ve talep ilişkisi bağlamında okumak istiyorum. Elbette vaadin ortadan kalkmasının ve talebin isyan bastırma stratejileriyle baskılanmasının çok daha eski bir tarihi var. Fakat Türkiye’de siyasal rejim değişikliğinin de bununla güçlü bir bağının olduğunu söylemek gerekir. Rejim değişikliğinin temel düzenlemelerinden biri olan bu anayasa değişikliği ile Türkiye’de hak arama hürriyeti, talep etme siyasetinin fiili yok edilişinin somut düzen içindeki anayasal ayağı da tamamlanmıştır.
Bildiğimiz anlamıyla anayasa hareketlerinin özünde hak mücadeleleri, tanınma mücadeleleri vardır. Bunlar da talepler ekseninde örgütlenir ve örülür. Sivil haklar hareketi, oy hakkı mücadelesi, çalışma hakkına ilişkin mücadeleler, kadınların tanınma mücadeleleri büyük anayasacılık hareketleridir. Türkiye’nin anayasal mücadele tarihi bakımından da monarşinin sınırlanması, siyasal ve sosyal hak talepleri anayasalarda açılmış, kapatılmış, mücadelelerle şekillenmiştir. Bugün dünyada ortaya çıkan büyük toplumsal tepkilerin örgütlenmiş talepler, bu taleplerin sıralandığı bildiriler, bildirilerin yazılı olduğu ve coşkulu biçimde elden ele, kulaktan kulağa yayıldığı örgütlenmeler yoluyla değil, büyük öfke patlamaları, haksızlığa karşı soyut ama çok yoğun direnişler aracılığıyla kendini göstermesini anlamak için vaat ve talep ilişkisindeki dönüşümü gözetmek gerekir.
Bugünün sorusu, insanlığın iki yüz elli yıllık anayasal mücadele tarihinin, talep etme, isteme, hakkını arama tarihinin “vaadin sonu” çağında klasik anlamıyla geri gelip gelmeyeceği, daha da ötesinde geri çağrılıp çağrılmayacağına ilişkin siyasi sorudur. Elbette yanıtı tek biçimli ve tek yönlü olamaz. Fakat değişen çağda devrimci siyasal öznelerin içine düşebileceği en büyük tehlike on dokuzuncu yüzyılın aşılması güç ismi Marx’ın uyarısında olduğu gibi geçmiş mücadelelerin gölgelerini takip etme dürtüsüdür. Dolayısıyla, Wallerstein’in ifadesiyle ütopistik bir ufuk, ona uygun siyasal örgütlenme formları ve eylem repertuvarının, talebin yeni örgütlenmesi için yaratılmasını düşünmeliyiz. Elbette bu yaratım eskinin görkemli mücadeleleriyle diyalektik bir ilişki içinde buluşacak. Sorunun hiç de kolay, tek boyutlu ve tek biçimli olmayan yanıtı da bu ilişkide aranmalı belki.