YAZARLAR

Peki, sen kimi kandırıyorsun, adamım?

Yaşıyor olsaydı kendisini köşebaşında indirmekte veya indirtmekte bir an tereddüt etmeyecek, hapislerde çürümesi için dualar edecek kimselerin bugün Nâzım Nâzım demesinden iğrenmeyebilir, aksine, bunları insanların hayırlı değişimler geçirebileceğine dair umut verici örnekler sayabilirdim. Buna meyyal insanlardanım. Lâkin herkesin hiçbir hesap görmeden her şeyi kendine oyuncak etmesi sinir bozucu.

Nâzım’ın hayat hikâyesi hakkında internette bulabileceğiniz en iyi ve aydınlatıcı toparlamalardan biri, Necati Mert’in sitesinde yeralıyor. 2007’de Hece dergisinin Nazım Hikmet özel sayısında (sayı 121) yayımlanmış bir yazı bu. Mert’in Nâzım’ın edebiyatçı-şair kimliğinin yanısıra, kişiliğini, özel-kişisel ilişkilerini, ruh hallerini, tavırlarını da ilk elden kaynaklardan beslenerek aktardığı yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Hem Nazım hem dönem(ler) hakkında fikir ve duygu sahibi olmaya çok katkısı olacak, lezzetli yazı.

Mert’in yazısı, dediğim gibi, birçok farklı alana uzanıyor, biz şimdi başlığın işaret ettiği kapsamla kendimizi sınırlayacağız: “Nâzım Hikmet’in hapishane hayatı”. Ahmet Davutoğlu’nun bile “ben yanmasam/sen yanmasan”lı tweet atarak “memleket hasreti içinde ölen büyük şair”i andığı ortamda, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük şairlerinden birine revâ görülmüş muameleyi hatırlamakta büyük yarar var. Çünkü Nâzım konusu, başka pek çok konu gibi, memleketimiz siyaset ortamında riyakârlığın en mükemmel cirit sahalarından biri. Yaşıyor olsaydı kendisini köşebaşında indirmekte veya indirtmekte bir an tereddüt etmeyecek, hapislerde çürümesi için dualar edecek kimselerin bugün Nâzım Nâzım demesinden iğrenmeyebilir, aksine, bunları insanların hayırlı değişimler geçirebileceğine dair umut verici örnekler sayabilirdim. Buna meyyal insanlardanım. Lâkin herkesin hiçbir hesap görmeden her şeyi kendine oyuncak etmesi sinir bozucu. Ben burada bakışlarınızı Nâzım konusundaki riyakârlığın esas alanına yöneltmeye çalışacağım.

2010’da, 1 Mayıs uzun yıllardır ilk defa Taksim’de serbestçe kutlanacağında, meydanın kürsüye en yakın kısımlarında bir pankart vardı: “Deniz’lerin yolundayız”. Beklenir bir mesaj. Ve güzel. Değil mi? Hayır. Çok çirkindi. Çünkü pankartta Deniz Gezmiş ile yanyana kimin resmi vardı, biliyor musunuz? Deniz Baykal’ın. Bu olaydan bana kalan esas dehşet verici hatıra, gösterip tepkimi ilettiğim kimsenin konuyla ilgilenmeyişi, duyduğum rahatsızlığın derinliğini bir türlü ifaede edemeyişim, tepkimi paylaşamayışım oldu.

Nâzım’ın mahpusluk yıllarına, gördüğü eziyetlere dönmeden bu hadiseyi anmak, meramımı daha iyi anlatabilmemi sağlar diye umuyorum.

HERAKLİT, KÜRTLER, YUNANLAR

Necati Mert, Nâzım’ın, 1923 Nisan’ında kurulan ve “sekiz saatlik işgünü, grev ve sendikalaşma özgürlüğü için mücadele eden” Türkiye Sosyalist İşçi-Köylü Partisi’nin Orak-Çekiç gazetesi ve Aydınlık dergisinde çıkan şiir ve yazılarından sözediyor: “Çok geçmeden etrafında devrimci bir edebiyat halkası oluşur. Hükümet bundan hoşlanmaz; Şeyh Said İsyanı’nın hemen ardından 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak gazeteyi ve dergiyi kapatır, partilileri ve sendikacıları tutuklamaya başlar. Nâzım bu hengâmede yeraltına iner; Komünistler Davası olarak bilinen davadan 15 yıla mahkûmiyeti gıyabında verilir.

Nâzım bu 15 yılı yatmaktan Sovyetler Birliği’ne kaçarak kurtulabilir. Yeni bir yasa çıkar, hakkındaki mahkûmiyet kalkar, Nâzım Türkiye’ye dönebilmek için elçiliğe başvurur, “elçilikten bir yıl boyunca cevap alamaz”. Yine de döner. Kaçak olarak. Hopa’da yakalanır. “…İzinsiz girişine yıkıcı eylemler eklenmek istenir. Bulunan bir delil ilginçtir: ‘Heraklit’i Düşünüş’ şiiri çıkar üzerinden. Savcı, eski yazının azizliğine uğrayıp ‘Heraklit’i ‘her ekalliyet’ okumuştur; sorguyu Kürt ayaklanmasına kadar götürür; Heraklit’in Yunanlı eski bir filozof olduğunu öğrenince bir kulp daha takar: ‘Demek Yunanlılarla da ilişkin var?’ Hopa’da üç ay tutulur Nâzım, sonra Rize’ye, İstanbul’a ve Ankara’ya gönderilir; delil yetersizliğinden serbest bırakılışı ancak yedi ay sonra olur” (vurgular benim -ük).

1933 Mart’ında, “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü”nün de yeraldığı Gece Gelen Telgraf kitabı yayımlandığında Nâzım yeniden tutuklanır. Hakkında “halkı rejim aleyhine kışkırtmak”tan dava açılır, kitap da toplattırılır. “…Tutuklanışı, Aralık 1932’de (…) başlayan ve İstanbul’un yanısıra Adana ve Bursa’ya da uzanan toplu tutuklamalar kapsamında”dır. Necati Mert, “Bu Aralık 1932,” diye yazıyor, “hareketli bir ay: Sabahattin Ali de bu tarihte içeri alındı.” Biliyorsunuz, devlet bu yazar-şairi sadece içeri almakla yetinmedi, sonra pusuya düşürüp öldürttü de. Hani şu bayraklı profil fotolarıyla kahveli Kürk Mantolu Madonna kompozisyonları paylaşılan edebiyatçı. Mert’in “hareketli ay” diye tarif ettiği aylardan çok yaşandı. “Komünist tevkifatı”, Cumhuriyet’in yerleşikleştirdiği âdetlerdendir.

AYAKYOLUNA, SİNTİNE AMBARINA

Nâzım, “gizli örgüt kurmak ve komünizm propagandası yapmakla suçlanır bu kez. Savcı idamını ister.” Evet, idamını! Neyse ki karar böyle çıkmaz. Nâzım dört yıl hapis yer. Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla yargılandığı bazı davalar düşer, dört senenin üçü de af kapsamına girer. Ancak Nâzım “fazlasıyla yatmış” durumdadır, “bir buçuk yıldır içeride”dir. 1934 Ağustos’unda serbest kalır.

Anca 1936 sonuna kadar. Sonra yine tutuklanır, birkaç ay daha “içeride” kalır. Neden? Mert’in sözleriyle “hükümet sözcüsü genel basın”ın Nâzım’ı “Türk halkına yabancı ülkülerin insanı olmakla” suçlamasının ardından, bakın neler olur: “Nâzım kahvededir. Kasketini çıkarıp masadaki gazetenin üzerine koyar. Rastlantı ya, bir başkası da aynı şeyi yapar. Kararlaştırılmış bir işaret sayılır bu, ‘gizli örgüt’ ve ‘komünist komplo’ gerekçesiyle bir daha tutuklanır şair. Beraberinde on iki kişi daha vardır.

Bu defaki “Komünist Tevkifatı”ndan mühim sonuç çıkmaz. Sanıklar beraat ederler. Yine de Nâzım bir-iki ay daha içeride kalmış olur.

Ancak belanın büyüğü henüz yoldadır: “Kara Harp Okulu öğrencilerinden Ömer Deniz’in Nâzım’ı ziyaretiyle başlar süreç. Bunu okulda yapılan arama izler; dolaplarda şiir kitaplarının bulunması üzerine Nâzım Ocak 1938’de tutuklanıp Ankara Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne gönderilir, öğrencilerle birlikte yargılanır. Mart 1938’de ‘askerî kişileri üstlerine isyana teşvik’ suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkûm edilir. Haziran 1938’de İstanbul’a getirilir, bu kez de Erkin gemisinde kurulan Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne çıkarılır. Dava konusu yine ‘kitap okumak’tır ama ‘askerî isyana teşvik’ suçuyla açılmıştır yeni dava da. Ağustos 1938’de bundan da 20 yıl gelir. İki ceza birleştirilip çeşitli gerekçelerle 28 yıl dört aya indirilerek karara bağlanır.

Bir davadan ötekine geçişte Nâzım’a özellikle eziyet edilir. Memleketimizin en yetkin edebiyat eleştirmenlerinden Memet Fuat, bazılarınız biliyordur, şairin üvey oğludur. 2 Haziran 2001’de Bianet’te yayımlanan “Nâzım Hikmet’in yaşam öyküsü” başlıklı yazısında bu süreci şöyle anlatır: “…Ankara Cezaevi’nden alınarak İstanbul’da Sultanahmet Cezaevi’ne getirildi, bir ay geçmeden, haziran sonlarına doğru, Donanma Komutanlığı’ndan gelen görevliler onu alıp kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir ayakyoluna, sonra sintine ambarına kapatıldı” (vurgu benim -ük).

Sonrası, dünya edebiyatına ve Türkiye sol kültürüne muazzam eserler armağan ettiği, hastalıklar, yoksunluklar, acılar, açlık grevleri ile geçen, yaklaşık on iki senelik hapis hayatı. Necati Mert şöyle yazmış: “15 yılı hapishanelerde geçmiş bir ömürdür Nâzım’ın ömrü. Bunun içinde takip edildiği günler yok. Tutuksuz kovuşturulduğu ve yargılandığı günler de. 15 yıl bilfiil içerde yaşanmıştır. 61-62 yıllık ömrün hemen hemen dörtte biridir bu. Şu da unutulmamalı: Bunun son 12 yıl 7 ayı ‘en az yalnız kalınabilecek 36-48 yaş arası’ olup hiç aralıksız yatılmıştır” (vurgular benim -ük).

Mert’in yazısından son alıntım -o da Orhan Kemal’den aktarıyor: “Nâzım Hikmet Aralık 1940’ta Bursa Cezaevi’ne ‘pötikareli bir çula sarılı yatak dengi, meşini eskimiş iki bavul, bir sepet’le gelir…” Yaşadığı sürede Nâzım’a burada revâ görülen, bundan ibarettir.

'PARA İÇİN HER ŞEYİ YAPACAK TIYNETTE ADAMLAR'

Filmin son planında kare kararır, birer birer belirip kaybolan küçük sabit görüntüleri eşliğinde, kimi karakterlerin başlarına daha sonra neler geldiğine dair bilgiler verilir: “Heraklit’i ekalliyet okuyan savcı, Ortaçağ karanlığına karşı bilim ve Aydınlanma yolunda mücadelesini sürdürüyor” - “Nâzım’ın idamını isteyen savcı, çağdaşlaşma yolundaki uğraşlarına devam ediyor” - “Nâzım’ı askerî gemide helaya ve sintine ambarına kapattıran subay, emekli oldu, ülkesinin aydınlık geleceği için çalışıyor”. Başka türlü nasıl gidilecek ki “Deniz’lerin yolu”ndan cümbür cemaat?

Tevkifatlardan tevkifat seçelim, onunla bitirelim. Komünist diye adı sanı bilinen kim varsa derdest edildiği ’27 Tevkifatı’nın ardından, o yılın 23 Kasım’ında, Karagöz dergisi şöyle diyordu: “Orak ve çekiç siyasî ellere geçince işçinin ve rençberin katili olur. Ey fedakâr Türk amelesi, Türk işçisi ve Türk rençberi, senin rahatını bozup canına susayan insanlardan kaç. Sana ekmek getiren orakla çekiç siyasî ellere girince, nafakanı, rahatını ve hayatını mahvedecek bir alet olur” (vurgu benim -ük).

Ortada kimseyi mahvedebilecek bir kuvvet yoktur. Toplanıp içeri atılanlar sadece elli altı (evet, 56!) kişidir… Ve Cumhuriyet’te söylenenlerin yanında, Karagöz’ünki, sıradan eleştiri gibi kalır: “Şehrimizde keşfedilerek azası tamamen tevkif olunan komünist şebekesinin bütün esrarını, tarz-ı faaliyetini bu nüshamızda neşrediyoruz. Türkiye’de komünistlik yapmak istemek hiyanetten başka bir şey değildir. Hepsi tevkif edilmiş olan şebekenin otuza yakın azası fikir adamı değil, para mukabilinde her nev’i iş görecek tıynette adamlardır” (vurgular benim -ük. Kaynak: Mete Tunçay’ın sunuş yazısı, 1927 Komünist Tevkifatı, Hazırlayan: Jülide Ergüder, Birikim Yayınları, İstanbul 1978’den  altust.org).

Sakin kalmaya çalışalım, eyvallah. Lâkin hayatı eve sığdıramadığımız gibi, olağan saydığımız korkunç acayiplikler de hafsalaya sığmıyor işte bir türlü: Yoksa bütün mücadele karanlıkla aydınlık, gericilikle ilericilik, vs. arasında değil, sağ riyakârlıkla sol riyakârlık arasında mı cereyan etmektedir? Onyıllar boyunca, Nâzım’ın adını ananın anasının bellenmiş oluşu bir yana, “bunlar komünist, işçiyi kışkırtacaklar” filanla yetinemeyip, “bunlar para için her işi yapacak tıynettedir”e ânında başvurabilen bir gelenek var geride. Belki bugün Akit gazetesi hakkında düşünürken bile o kadar atıp tutmamak lazım. Basbayağı “aynı gemideler” işte, baksanıza.

Yoksa herkes, her yere serbest giriş kartı anti-emperyalizmle öylesine meşgûldü ki, mazallah ekalliyetler, Yunanlar, Kürtler falan derken Nâzım’ın evrakında karışıklık mı oldu? Veyahut şöyle sorayım: Nâzım’ı sintineye atan adamın dışkısındaki hangi boncuktur, Nâzım’a hayran gencin gözüne onu dostuymuş gibi gösteren?