Sapla saman fazla karışmadı mı?
Yanlışı görmek, hatadan dönmek sadece politik arenanın kavramları değil elbette. Bariz ve inkar edilemez yanlışlıkların, açık olumsuz sonuçların ortasında kalındığında, ya ısrar edip direnmek ya da yeni bir pozisyon belirlemek gerekiyor.. Çok gündelik bir meselede veya çok yaşamsal bir konuda aynı kuvvetli ontolojik açmaz yaşanıyor. Kendini inandırabilecek, başkalarını ikna edebilecek bir gerekçe ve makul bir idrak hikayesi yaratabilmek her zaman kolay değil.
Siyaset tartışmaları son zamanlarda hayli seviye kaybetti. Gündelik hareketlilik, troller ve trolleşmiş siyasilerin eline geçti. Gündem, sert ama fazla köpürtülmüş başlıklar etrafında belirleniyor. Hızlı ama gazı çabuk kaçan tuhaf bir grafik izleniyor. Ancak tartışma düzeyindeki irtifa kaybına paralel –ve aslında doğal olarak- bazı temaların ve kavramların içerikleri boşalıyor, boşaltılıyor. Son derece ciddi kavramlar, çok yüksek iddialar, ölçüsüz suçlamalar, zorlama tanımlamalar, ağırlıklarına hiç de uygun olmayan biçimde ve genellikle bağlamından kopartılarak kolayca kullanılıyor.
Mesele sadece siyasetle sınırlı değil. Herhangi bir alanda sistemli ve örgütlü “basitleştirme”, içeriksizleştirme çabaları yoğunlaştığında, kavramlar, bağımsız ağırlığı olması gereken ifadeler, ilk hedefler haline geliyor. Başta o alanın özgün kavramları olmak üzere bütün güçlü ifadeler, içleri boşaltılarak ve abartılı biçimde çok kullanılmaya başlanıyor. Hukuksuzluk yayılırken daha çok kanunlardan bahsedilmesi, hurafeler yayılırken “bilgi” ve “uzman” kelimelerinin enflasyonu gibi. Bu yüzden TV’lerdeki reality show katılımcılarının birbirlerini “kameralara oynamakla” suçladığını çok duyarız.
Vicdan, adalet, milli irade, hak, hukuk ve benzeri her türlü kavram, ağırlığı ve anlamından kopartılarak yaşanan içerik erozyonunun parçasına dönüşüyor. Hatta bu kavramların sistemli bir saldırı altına alındığını söylemek de mümkün. Milli iradeyi yok sayan adımlar atılırken, kavramın kendisini de anlamsızlaştırmak gerekiyor elbette. İnsanların hakları birer birer ellerinden alınır, kullanamaz hale getirilirken, “hak” fikrinin de hırpalanmaması mümkün değil. Adaletsizlik yapılırken vicdan, baskı uygularken özgürlük sınırlarını tartışma konusu yapmak da öyle. Ya anlamsızlaşıyorlar ya da anlamları değişiyor.
Siyaset alanı daralıp kavramları da kuşatan bir sığlaşma yaşanmaya başlayınca, tartışma temalarındaki anlam kaymalarından herkes etkilenmeye başlıyor. Sadece kavramlara bilerek isteyerek saldıranlarla sınırlı kalmayan yeni bir vasat oluşuyor. Herhangi bir alandaki “dil değişimi” sadece otoritenin talimatlarıyla şekillenmiyor. Oluşan, oluşturulan anlam (anlamsızlık) çukurlarına düşmekten sakınmak herkes için zorlaşıyor. Bazen kutuplaştırmanın rövanşist şehveti bazen kolaycılığın cazibesi, bazen lüzumsuz katılık bazen aşırı uyum arayışı yeni vasata katılmayı sağlıyor, giderek daha geniş bir kalabalık “aynı dili” konuşmaya başlıyor.
Son dönemde yaşanan hareketlilikte kavramlar kadar pozisyonlar (tutumlar) da fazlasıyla anlamsızlaşmış durumda. İdeolojik aidiyetlerin, daha önce çok katıymış gibi görünen hatların, çıkar ortaklıklarının (ittifakların) ve tabii bunların karşılığı sıfatların ciddi bir anlam kaybı (kayması) yaşadığına tanık oluyoruz. Siyasi kategorilerle birlikte ahlaki referansların da içeriksizleştiğini izliyoruz. Tutarlılık, dürüstlük, samimiyet ölçütleri fazla bulanıklaşıyor. İşte bu zeminde, özeleştiri ve özür dileme üzerine başlatılan tuhaf tartışmalara tanık olduk. Kavramlar ve yerleşik pozisyonlarda ortaya çıkan aşırı hareketlilik, siyasette “geçmişle yüzleşme” meselesini güncelleştirdi.
Türkiye’de geçtiğimiz beş yıl içinde, genel siyasi resim aynı kalmış gibi görünmekle birlikte, hem tabanda hem tavanda çok kuvvetli değişim dinamikleri ortaya çıktı. İktidar değişmedi belki ama arkasındaki yeni ittifakla –en azından yeni dahil olanlar açısından- bambaşka bir terkip var artık. İktidar blokundan üç tane yeni parti çıktı. Yeni ittifak kombinasyonu yüzünden ideolojik hatlar yeniden tarif edildi. Yaşanan seçim süreçleri oy bloklarındaki potansiyel hareketlenmeyi ortaya çıkardı. Bu tabloda herkesin birbirine sorabileceği yeni yeni “daha önce neredeydin?” soruları peydahlandı.
Davutoğlu’nun Gelecek Partisi ve Babacan’ın DEVA Partisi, yarattıkları merak kadar, geçmişle yüzleşme ve özeleştiri kavramlarıyla ilişkili olarak da sık sık gündeme geliyor. İster demokrasi kaybından söz açsınlar, ister ekonomik başarısızlıktan, hemen kısa bir süre öncesine dayanan aynı sorular önlerine geliyor. “Biz geçmişe takılmıyoruz, önümüze bakıyoruz” diyerek yürünecek yolu kısaltmak o kadar kolay olmuyor. Bir başka güncel tartışma, Soma’daki felaketin ardından yerdeki işçiye tekme atarak, AKP iktidarının en çarpıcı posterlerinden birini yaratan, eski başbakanlık danışman Yusuf Yerkel’in “dilediği özür” meselesinde ortaya çıktı. Yanlışı idrak etmek ve “dönmek” bir fırsat kapısı mıdır?
Yanlışı görmek, hatadan dönmek sadece politik arenanın kavramları değil elbette. Bariz ve inkar edilemez yanlışlıkların, açık olumsuz sonuçların ortasında kalındığında, ya ısrar edip direnmek ya da yeni bir pozisyon belirlemek gerekiyor.. Çok gündelik bir meselede veya çok yaşamsal bir konuda aynı kuvvetli ontolojik açmaz yaşanıyor. Kendini inandırabilecek, başkalarını ikna edebilecek bir gerekçe ve makul bir idrak hikayesi yaratabilmek her zaman kolay değil. En sık başvurulan yöntem, hemen merkeze yerleşip “onlar” veya şartlar değişti, ben aynı yerdeyim” diyerek yol almaya çalışmak. İkincisi, sahte bir aymazlık hikayesi ile “aldatılmışlık” bahanesini öne sürmek.
Bu iki versiyonun en çarpıcı –en utandırıcı- örneklerine son yıllarda çok rastladık. Bazıları hala son derece güncel. En popüler cemaat sözcülerinin kadrolu itirafçı olması gibi. Geçmişteki yanlış politik tercihleri için “sizin kadar zeki değilmişim” cevabını pek zekice bulanların, bu tercihlerde ısrarcı oldukları sırada herkese nasıl aptal muamelesi yaptıklarının unutulduğunu sanması gibi. Tam birebir örtüşmese bile, yeni partiler ve Yerkel olayındaki “yanlışı görmüş” olma ve “özrün” yeterli olup olmadığı tartışmasında da sıkıntılı bir taraf var. Fonksiyonel düşünmenin ikna edici kolaylığıyla; “yanlıştan dönme yolu açılmazsa nasıl değişecek insanlar” demek mümkün. Ancak “idrak”, vahiyle bile gelse bir sonuç değil süreç.
Birinin özeleştirisinin veya özrünün samimiyeti, onun kafasından geçenler üzerine yapılacak spekülasyonlarla belirlenemez. Nedameti, “özür diledik ya” diye karşısındakilerin kafasına atabileceği bir silaha çevirmek terbiyesizliği gibi kabalıktan söz etmiyorum. Pişmanlık duyduğu şeyin, yarattığı sonuç veya başkalarına verdiği zarar olmayıp, kendini soktuğu durum olduğunu fazla açık etmeyi de kastetmiyorum. Çünkü bunlar niyet okuma değil, niyetin paçadan akması. Fakat sahici bir özeleştirinin sağlıklı samimiyet ölçüsü, bir öncelik meselesi: Yanlışı idrak ederek geldiği yeni pozisyonunun kolay kabulünü mü dert ediyor? O yanlışı yapmış olma ve onun sorumluluğuyla yaşama cesaretiyle mi davranıyor? Bu fark, çoğu zaman “niyet okumaya” gerek bırakmayacak kadar açık saçıktır. Bu fark, kendi siciline bakmadan sürekli günah çıkartma belgesi isteyenleri de “artık varmayın üstüne” diyenleri de boşa düşürebilir.