Sağcı aydının krizi
Hamur, et ve sebzeden oluşan pizzayı aynı içerikli lahmacuna, üstelik onun daha medeni olduğu iddiasıyla tercih eden birini “oryantalist” ya da “Batı hayranı” olmakla eleştirmek doğru olabilir. Ancak demokrasi, insan hakları, katılımcılık, kuvvetler ayrılığı gibi kavramları onların yerine daha iyisini koymadan reddetmek sizi medeniyet dışı, taşralı bir “kendine özgü” kılabilir. Sağcılığın Türkiye’de kendini kitlediği hapishane işte burasıdır.
Benim gençliğimde okuryazarlar dünyasında “Sağcıdan aydın olur mu?” diye bir tartışma vardı. Hatta İbrahim Tatlıses aydın mıdır, değil midir diye sorulduğunda yanılmıyorsam Ferhan Şensoy “O aydınsa ben Manisa’yım” bile demişti. Çünkü o zamanlar okumanın, özellikle de yükseköğretimin insanları otomatikman solcu yapacağına dair naif bir düşünce vardı sanırım. Bugün artık bunun böyle olmadığını biliyoruz. Elbette böyle düşünmenin arkasında Türkiye’nin kentleşmesi, kamusallaşması, okullaşmasıyla ilgili bir sürü nedensellik yok değil. Ama meseleyi yerli yerine oturtarak başlamakta fayda var. Aydın oluş ayaklı bir ansiklopedi olmaktan, antropolojik kültürel anlamda Batılı bir profil çizmekten çok bir fonksiyona tekabül ediyor. Kime oy verdiğinizle veya kıyafetinizle aydın olmuyorsunuz, toplumsal işlevinizle aydın oluyorsunuz. Ben Gramsci’yi çok severim. O öyle diyor.
Sağcı aydın oluşun ancak 1980’lerden sonra tartışılmaya başlanması bile bize bazı şeyleri anlatıyor olmalı. Sağcı okuryazarlık, solcu versiyonuna göre, genel olarak, daha sonraları şehirleşmiş, okullaşmış, kamusallaşmıştır. Bu süreçte bile hâlâ sağcı aydının kültürel hamurunun ağırlıklı olarak antropolojik kültürle sınırlı olduğunu söylemek fazla abartı olmaz. Kendiliği, alternatifleri hiç bilmeden, tecrübe etmeden, doğuştan edinilmiş bir mecburiyet olarak yaşamak köylülüğün, taşralılığın alametifarikasıdır. Bu mesele aslında Cumhuriyet’in birkaç kuşak içinde çoktan halletmesi gereken bir konuydu. Ben bunu maarif, müfredat ve antropolojik kültürün aşırı politikleşmesine bağlıyorum. Cumhuriyet antropolojik kültürü maarifle yoğururken ona çok hoyrat davrandı. Müfredat ise zaten yeterince sivil değildi. Bu ise modernleşme projesiyle mesafeli kesimlerin antropolojik kültüre fazla kapanmasına neden oldu.
Sağcı aydının en önemli sorunu evrensel bir müfredatı genellikle defansif bir refleksle karşılamasıdır. Bu ethos, onun iç dünyasının dönüşmesine yeterince izin vermez. O, bu tür bir müfredatla mesleki, teknik, malumat düzeyinde ilişki kurar. Hamuruna sokmaz. Bence sağcı aydının en zayıf noktası burasıdır. Almanların Bildung dediği ve bence hâlâ en kaliteli yurttaş hamuru olan formül açısından sağcı aydında genel hümanist bir müfredat açığı belirgindir. Tıpkı solcu aydında antropolojik kültür yani gelenek ayağının zayıf olması gibi. Solcu aydının siyasal iktidarsızlığı ile sağcı aydının kültürel iktidarsızlığının şifresi buradadır. Sağcı aydın çok iyi bir meslek sahibi olabilir ama dünyaya hâlâ herkesin Türkiye’yi yok etmeye çalıştığı üzerine kurulmuş bir idrak seviyesinden bakabilir. Dünya mefhumunun, genel bir insanlık anlayışının eksikliğidir bunun temel nedeni. Bu da gider eninde sonunda Bildung hamurunuzun kalitesine dayanır.
Türkiye gibi modernleşme toplumlarının gelenekle ilişkisi genellikle travmatik olmuştur. Bu da geleneği, daha doğrusu gelenekle ilişkiyi aşırı politikleştiren ve bir anlamda da politik olanı kültürelleştiren bir işlev görmüştür. Bu aslında her iki siyasi kanat için de böyledir. Gelenekten fazla kolay, onun yerine daha iyisini koyamadan alelacele vazgeçmenin politikliği, geleneğin hiç de anlamlı olamayan yönlerinin bile savunulması şeklinde defansif bir politikleşmeyi provoke etmiştir. Gelenekle hesabı, muhasebeyi mikro alanlarda değil de, topyekûn yaparsanız bu politikleşmeden kaçınmak mümkün olmaz.
Sağcı aydınlar, Batı’yı ve bir anlamda da aslında bütün dünyayı ötekileştirdikleri, Doğu/Batı, evrensel/özgün gibi ikilemlere hapsoldukları için Türkiye’nin veya İslam’ın geleneğinden bütün dünyaya hitap edebilecek seçenekler de çıkaramıyorlar. Bu sandıkları gibi, birtakım komplo teorilerinden değil, aslında gelenekle kurdukları ilişki biçiminden kaynaklanıyor. Sağcı aydının gelenekle ilişkisi genellikle onu, Ömer Uluç’un “Gelenek bir hapishanedir” sözünün çağrıştırdığı gibi, bir hapishaneye dönüştürüp kendilerini oraya kitleme şeklinde oluyor.
Hamur, et ve sebzeden oluşan pizzayı aynı içerikli lahmacuna, üstelik onun daha medeni olduğu iddiasıyla tercih eden birini “oryantalist” ya da “Batı hayranı” olmakla eleştirmek doğru olabilir. Ancak demokrasi, insan hakları, katılımcılık, kuvvetler ayrılığı gibi kavramları onların yerine daha iyisini koymadan reddetmek sizi medeniyet dışı, taşralı bir “kendine özgü” kılabilir. Sağcılığın Türkiye’de kendini kitlediği hapishane işte burasıdır.
Bugün Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 8 bin dolar civarındadır. İsveç’te ise 64 bin dolar. Bizim açımızdan mesafenin açılması özellikle 1960’lardan sonradır. Ben 55 yaşındayım. Yaklaşık 40 yıldır siyaseti takip ederim ve oy veririm. Bu kırk yıllık dönemde Türkiye’yi hakiki bir sol parti yönetseydi, milli gelirin 25 bin dolardan aşağı olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca, Türkiye’nin kronik kadın-erkek, Alevi-Sünni, Kürt-Türk meseleleri de büyük ihtimalle çözülmüş olurdu. Ama elbette benim görüşüm bu. Benim de bir tercihim var. Yurttaş olarak da bir oyum.
Ama artık sağcı aydının görmesi gereken bir nokta var: Sadece geçmişle, gelenekle sekizi sekizle çarpmak mümkün olacak mı? Ya da sekizde tıkanıp kalmakla sizin bu tutumunuz arasında hiç mi ilişki yok? Üstelik benim hayatım modernlik eleştirisiyle geçti. Giderim bir Ege balıkçı kasabasına romanımı okurum. Medeniyetle falan da işim olmaz. Ama daha çok siz değil misiniz, zenginlik, güç, iktidar, bölgesel güç olmak, dünyayı yönetmek isteyen? Açık söyleyeyim bence işiniz zor. Hem de çok zor.
Apple marka bir telefondan Twitter hesabına girip, ABD’ye, Batı’ya, dünyaya karşı artık klişeleşmiş eleştirileri tekrar edince Türkiye’nin mi yoksa ABD’nin mi milli geliri artıyor? Apple dünyada ilk onda yer alan bir ABD şirketi. Twitter da sanırım ilk yirmidedir. Siz böyle yaptıkça onlar zenginleşiyor, siz en azından olduğunuz yerde sayıyorsunuz. Yazının başlığındaki kriz işte tam da burada.
Ama eninde sonunda solcu aydının da sağcı aydının da krizi Tanpınar’ın “Türkiye beni yedin!” sözüyle de ilgilidir. Modernleşme toplumu aydını olmanın tipik tezahürleridir bunlar. Elbette bunu bir kader gibi de algılamamak gerekir. Marx’ın “Tarihi insanlar yapar, ama yine tarihin izin verdiği sınırlar içinde” demesinde ya da Machiavelli’nin “İşlerimizin yarısını talihe bağlayarak diğer yarısının bizim elimizde olduğuna inanıyorum” sözünde olduğu gibi kader ve irade geriliminde seçimimizi yapmak zorundayız. Eğer günah var ise, eğer suç var ise sorumluluk da var demektir.
Türkiye’deki genel entelektüel verimsizliğin bir nedeni de aslında entelektüel işbölümüdür. Genelde laikçi-solcu okuryazarlar Batı'yı, muhafazakâr-sağcı okuryazarlar ise geleneği bilmekte uzmanlaşmıştır. Ayrıca ülkede yeterince kapsayıcı bir akademik-entelektüel kamusal alan da olmayınca bu bilgi ve tecrübe ayrı mahallelerde birbirleriyle fazla temas etmeden birikmiştir. Zeytinyağı ve su misali! Bunun solcu aydına olan maliyetinin geçen hafta yazdığım “Solcu aydının krizi” başlıklı yazıda anlatmıştım. Bu sürecin sağcı aydına maliyeti ise benim “dünya mefhumun yokluğu” dediğim realitedir. Yani aynı süreç, zaman-mekân ekseni üzerinden bakarsak, solculara zamanda geçmişi, sağcılara ise mekânda dünyayı kaybettirmiştir.
Sağcı aydının “Biz geçmişte, gelenekte mutlu ve mesuttuk. Ne zaman Batılılaşmaya başladık bütün sorun orada başladı” söylemiyle, solcu aydının “Geçmişte, gelenekte hiçbir şey yoktur. Ne varsa Batı’da var” söylemleri aslında aynı madalyonun iki yüzüdür. Bu madalyonun adı Tanpınar’ın bir “mecburiyet” olarak adlandırdığı modernleşme hikâyemizdir.
Özellikle genç sağcı aydınlara örneğin benim de maalesef çok geç keşfedebildiğim post-kolonyal teoriyi ya da maduniyet çalışmaları alanını takip etmelerini öneririm. Bilindiği gibi bu alanlar büyük ölçüde Said’in Şarkiyatçılık kitabından sonra geliştiler. Batı dışından gelip çok ciddi bir teori ve analiz araçları ürettiler. Onların en önemli özellikleri bence evrensel/özgün, Doğu/Batı gibi ikilemleri sürekli tekrar etmeden hem kendi toplumlarını hem de Batı’yı aynı cümle içinde kullanıp dünyalı bir teori, hatta fikir akımı üretebilmeleri. Artık onları bütün dünya kabul ediyor ve saygı gösteriyor.
Unutmamak gerek, kendisinin ne kadar iyi, doğru, diğerlerinin ne kadar kötü, yanlış olduğunu söyleyerek bir yere varan pek görülmemiştir. En önemlisi de sizin iyiliğinizin, doğruluğunuzun başkaları tarafından tespit edilmesi, söylenmesidir. Dünyayı bu kadar karşınıza alarak fikir, marka, yapıt, teori üretemezsiniz. Dünyayı bilmeden, dünyanın ihtiyaçlarını, eğilimlerini göz önüne almadan onlara herhangi bir şey de öneremezsiniz.