Altını çizemeyeceğim kitaplar I: 'Babaya Mektup'
Franz Kafka’nın daha yaygın bilinen kurgu metinlerine, bizzat Kafka’nın anlatıcı olduğu bu mektubun “tuhaf” bir anahtar işlevi göreceğini iddia etmek sürpriz olmaz. Bu metni çarpıcı yapan ilginç bir başka nokta ise, günümüzde halen oldukça canlı biçimde yaşaması. Türlü “baba”larla ve türlü “kendi alanından çıktıktan sonra diktatörlük yapamayanlar”la.
Kitapların altının çizilebildiğine hatta derkenar notlar alınabildiğine, icap ederse sayfalarının kıvrılabileceğine çok geç ikna oldum. Benden daha iyi bir okur olduğu apaçık ortada, birçok şeyi bizzat kendinden öğrendiğim rahmetli hocam Erdal Can’dan, Virginia Woolf’un Dalgalar’ını (Ayrıntı Yayınları baskısı) aldığımda her yerinde notlar görmüştüm. O gün bugün ben de mümkünse kalemle okuyorum kitapları. Velakin “misafiri olduğun kütüphane” diye de bir şey var. Bu yaz aylarının bir kısmında aralarında çok sevdiğim, okurum deyip okumadığım, uzun zamandır tesadüf etmediğim için hatırlamadığım kitaplara yakınım ve misafirim. Sırasıyla, gücüm yettiğince yeni bir kitap çekip, elimde kalem olmadan, dolayısıyla altını çizmeden okuyacağım kitaplar olacak. İlki, az konforlu bir yerden; çok iyi bildiğim kısa bir kitap, aslında uzun bir mektup. Velakin okumadığım bir tercüme: Franz Kafka’nın Babaya Mektup’unun İş Bankası Kültür Yayınları baskısı, Regaip Minareci tercümesiyle.
Almanca-Türkçe arasında tercüme bağlamında talihli bir ilişki var. Uzun yıllardır Almancadan Türkçeye çok iyi tercümeler yapıldı. Denebilir ki, Regaip Minareci’nin devraldığı gelenek, Necatigil’in, Şipal’in geleneğidir. Evvelden okuduğum tercüme ise Can Yayınları’ndan neşredilen Cemal Ener tercümesi. Şu an elimin altında değil ama onu da çok iyi bir tercüme olarak anımsıyorum. Keza, Minareci’nin İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkmış, elimin altında yedinci baskısı (Şubat 2018) bulunan bu kitap da öyle. Kitabın özgün adını hiç merak etmediğimi fark ediyorum şimdi künyeye bakınca: Brief an den Vater. Papa, baba, bavo, peder, father, vater… Modern klasikler dizisinin 82. kitabıymış Babaya Mektup. Maişet için uzunca yayıncılık yaptım, tasniflerin ve tanzimlerin çoğunlukla kolaylaştırıcı etkisi vardır velakin bu kitabın bir modern klasik olup olmadığı konusuna şerhim olduğunu belirterek devam edeyim.
Altını çizemediğim hacmen küçük bu kitabın, Türkçede oldukça verimli bir ilhamı olduğunu belirtmek gerek. Oğuz Atay’ın Kafka’yı önemsediğini hem kendi metinlerinden, hem de üstüne yazılanlardan biliyoruz. İlk baskısı May Yayınları tarafından 1975’te yayımlanmış Korkuyu Beklerken’in bir hikâyesinin adı, doğrudan bu mektupla konuşur: “Babama Mektup”. Kafka’nın görece uzun mektubundan farkı da isimde başlar. Birinde “babaya” olan hitap/muhatap, ötekinde “babama” biçiminde yeni bir hal alır, dönüşür. Birbiriyle isminden başlayarak konuşan bu iki metin arasında fark bu kadar değil elbette; Kafka’nın babası Hermann “başarılı” bir kasaptır, o sıralar henüz oluşan ataerkil Yahudi orta sınıfın dayattığı baba-oğul ilişkisini nobranca talep eder ve oğlu Franz’ı bir anlamda katastrofiye uğratır. Mektup, baba Hermann hayattayken yazılmış ama yollanmamıştır. Oysa Atay’ın babası Cemil Atay öldükten sonra “Babama Mektup” kaleme alınır ve “hikâye” alt başlıklı bir kitapta yayımlanır. Malum, Kafka’nın bütün metinleri aslında bir “arkadaş kazığı” sonucu biz okurların karşısına çıkar, dolayısıyla bu metnin bir anlamda daha müdanasız yazıldığını söyleyebiliriz. Atay’ın hikâyesinin anlatıcısı oğul Oğuz, artık burada olmayan babaya daha merhametli, daha sevgi doludur.
Babaya Mektup’un ilk paragrafının sonu (babanın sorduğu “Benden neden korkuyorsun?” sorusuna yanıt), aslında Kafka’nın bütün mektup boyunca yapmaya çalıştığı şeyi aşağı yukarı tarif eder: “Sana burada yazılı yanıt vermeye çalışsam, yanıtım epeyce eksik kalır, çünkü yazarken bile korkum ve bunun sonuçları beni senin karşında durduruyor, çünkü konunun boyutu belleğimi ve aklımı fazlasıyla aşıyor.”
Bu mektup, Kafka’nın evliliğine bir şekilde onay vermeyen babasıyla hesaplaşma mektubu olarak okunabilir, ki (kitabın arka kapağında da söylendiği üzere) “Yargı” isimli hikâyesindeki Georg Bendemann karakteri bahsi geçen hadiseden yoğun etkiler taşır. Orada da oğul, evlenememesini ve yetişkin olamamasını babasına bağlar. Babasının onu kısıtlamasına, kıstırmasına, kendi olmaya izin vermemesine.
Mektubun henüz başlarında eleştiri-özeleştiri mekanizmasına pek başvurmaz. Babayı bir yandan oldukça büyük problemlerin müsebbibi kılarken, bir yandan şunu demeyi de ihmal etmez: “Bu arada özünde iyi kalpli ve yumuşak bir insansın (aşağıda yazacaklarım bununla çelişmeyecek, bir çocuk üzerinde bıraktığın görünür etkiden söz ediyorum yalnızca), ancak her çocuk iyiliği bulana kadar arama kararlılığına ve cesaretine sahip değildir.” Mektubun ana teması, çelişkilerle ilerlemek şeklinde kaydedilebilir fakat bütün büyük yapıtlarda olduğu gibi, anlatıcı (burada oğul Franz) bahsi geçen çelişkinin de farkındadır ve durumun üstüne gitmeyi ihmal etmez. O çelişkiyi alır, dönüştürür, yorar, boğmaya çalışır ve tekrar ona geri döner – öz çelişkiler hariç değil.
Özünde iyi kalpli ve yumuşak bir insan olduğunu söyledikten ve sonradan yazacaklarının bununla çelişmeyeceğini kaydeden Kafka, mektubun hemen devamında babaya açıkça “zorba” da diyecektir: “Benim gözümde, haklılıkları düşünceyi değil kendi şahıslarını baz alan bütün zorbaların sahip olduğu o muamma özelliği edinmiştin.” İyi kalpli, zorba bir baba. Haklılığını düşünce üzerinden değil de, bizzat “kendi şahsından” alan zorba günümüzde de çeşitli biçimlerde yaşamakta, malum. Makro ve mikro düzeyde.
Böyle giderse bütün metni alıntılamaya doğru gidiyorum, birkaç küçük notla hitama erdireyim isterim. Teferruatlı bakmak lazım velakin bir çırpıda aklıma gelmiyor, Kafka’nın eserlerinde “İstanbul”un geçtiği tek metin olabilir bu: “Bir çocuğun ilk kez gördüğünde gözünün önüne cehennemi getiren o sıktığın dişlerin ve çağıldayan gülüşünle sert sert (daha geçenlerde İstanbul’dan gelen mektup yüzünden yaptığın gibi), ‘Bunlar nasıl insanlar!’ deme alışkanlığınla kendi açından bütünüyle haklıydın.” 1919’da Hermann Kafka’ya İstanbul’dan nasıl bir mektup gitti ve o gönderenler kimdi de “Bunlar nasıl insanlar!” tepkisiyle karşılandılar, bilinmez.
Mektubun artık sonlarında Kafka, yazdıklarına dair çok açık, psikolojinin konusu olursa epey enteresan sonuçlar çıkabilecek kertede sert bir şey söylüyor: “Yazdıklarımın konusu sendin, öyle ya, senin göğsüne yaslanıp yakınamayacaklarımdan yakınıyordum orada yalnızca."
Aile bağları, meslek seçimi, giderek artan özeleştiriler ve evlilik fikrinin reddedilmesiyle (Kafka’nın en “safdil” olduğu kısımlar burada) devam eden mektupken uzun, kitapken kısa bu metinden son bir alıntı yapmak isterim: “Senin etkinin ve bana karşı verilen savaşın başka sahalarını da anlatabilirdim, ancak emin olmadığım alanlara girer ve kurgulamak zorunda kalırdım; ayrıca sen eskiden beri mağazadan ve aileden kendini çektikçe daha cana yakın, daha hoşgörülü, daha kibar, daha saygılı, daha katılımcı (dıştan da demek istiyorum) olursun, evet örneğin tıpkı bir diktatörün kendi ülkesinin sınırları dışına çıktığında despotluğunu sürdürmeye nedeni kalmaması ve alt tabakadan kişilerle de iyi niyetle yakınlık kurabilmesi gibi.”
Franz Kafka’nın daha yaygın bilinen kurgu metinlerine, bizzat Kafka’nın anlatıcı olduğu bu mektubun “tuhaf” bir anahtar işlevi göreceğini iddia etmek sürpriz olmaz. Bu metni çarpıcı yapan ilginç bir başka nokta ise, günümüzde halen oldukça canlı biçimde yaşaması. Türlü “baba”larla ve türlü “kendi alanından çıktıktan sonra diktatörlük yapamayanlar”la.
En son not da, Turgenyev’den, namıyla baba-oğul meselesini tartıştığı o kitaptan olsun: “Pavel, gençliğin geride kaldığı, yaşlılığınsa henüz gelmediği o bulanık ve loş dönemine adım atıyordu yaşamının. Umuda benzer pişmanlıkların, pişmanlığa benzer umutların dönemine.”
Künye
Editör: Gamze Varım
Görsel yönetmen: Birol Bayram
Düzelti: Mehmet Celep