Putlar devrilirken...
Belki Amerikalılar sonunda George Washington anıtını bile devirir. Bilemem, sanmam da ama bu onların meselesi. Başkentin ortasındaki parkta, o anıtın arkasındaki alanda hem Afrikalı Amerikalılar hem Yerli Amerikalılar müzeleri duracak ama.
Hemen heyecanlanıp, “Ay resmen devrim…” diye çığlık atmak için henüz oldukça erken. Ayrıca, tarihte pek çok kez örneklerini deneyimlediğimiz üzere, biz yine bizim buralardan adeta “öküz bıçağa bakar” gibi bakıyoruz tüm olan bitene nasıl olsa. ABD’de, İngiltere’de ve Belçika’da sözkonusu ülkelerin kuruluşunda iz bırakmış Kristof Kolomb, Kral II. Leopold, Edward Colston ve onlar gibi sömürgecilikten, köle tacirliğinden nemalanmış, dolayısıyla bugünden bakış insanlık suçu işlemiş nice tarihsel kişiliklerin heykelleri ayaklanan halk tarafından devriliyor yahut yönetimler tarafından kaldırılmaya zorlanıyor.
O denli ki Londra’da Churchill’in dahi heykeli çelik paravanlarla korunmaya alındı. Çok simgesel biçimde modern zaman putları kırılıyor işte basbayağı. George Floyd’un Minneapolis’te polis tarafından öldürülmesinin ardından başlayan halk ayaklanması ırkçılıkla mücadele omurgasının ötesine taştı. Tüm ABD’ye kısa zamanda yayıldı. Gösterilere katılanların çoğunluğu yüzde 65 oranında beyaz. Baltimore gibi bir kent yerine onun yanı başındaki Vaşington’un en geniş halk hareketlerine evsahipliği etmesi dahi kendi içinde yeterince açıklayıcı.
“Kumarbaz” adlı filmde (“The Gambler”-2014) John Goodman, Mark Wahlberg’e şöyle akıl veriyor: “Akıllı bir adamın yaşamı hassi.tir etrafında kuruludur. ABD hassi.tir üzerinde kurulmuştur. Sen bir kral mısın? Hassi.tir. Bir ordun mu var? Hassi.tir. Dünyadaki en büyük donanması mı? Hassi.tir.” Olan bence tam da bu. Ama karşılıklı da. Arkansas’ın Cumhuriyetçi senatörü Tom Cotton geçen gün “Bu işin sonu nereye varacak? George Washington Anıtı’nı da yıkıp, adını da ‘Farkındalık Dikilitaşı’ mı koyalım?” diye soruyordu.
Önde gelen bir Trump destekçisi olan Cotton gibi “tipler” bizde pek anlaşılmıyor ve tanınmıyor. Bunlar Norveç’te katliam yapan sapık katil Breivik gibi “modellerle”, ABD’nin “red neck” (güneşten ensesi kızarmış) ırkçılarıyla karıştırılıyor. Oysa daha 1977 doğumlu Cotton da Harvard mezunu. Aynı zamanda da yedi nesildir Arkansas’da kırsal kesimde aynı yerde yerleşik bir ailenin çocuğu. Gönüllü olarak Irak ve Afganistan’da çatışma görmüş bir asker de. Cotton gibi sağcıların yanı sıra ABD’nin doğayla barışık, kanlı canlı “aydın” türü de bilinmiyor.
Örnekse “ayı gibi”, tek gözünü Amerikan futbolu oynarken yitirmiş, en korkunç düzeyde fakirlikten gelen yazar Jim Harrison gibi “tipler” Atlantik’in bu tarafında pek bulunmuyor. Yine örnekse, Sam Peckinpah’ın 1969 yılı yapımı klasik “The Wild Bunch” filmindeki “outlaw” (kanun dışı) eski Konfederasyon askerleri de böyle bence. Kanun dışılık, aşırı bir özgürlük; devlete, tahakküme başkaldırının en uca taşınmış hali gibi oralarda. 1971 yılı yapımı kültleşmiş “The Vanishing Point” filmindeki neredeyse başrolde olduğu iddia edilebilecek beyaz Dodge Challenger otomobil de teslim olmaktansa yok olmayı temsil eden bir imge. Dolayısıyla imgelemin çeperleri farklı örülü.
Putları devirmeyi, devlete başkaldırıyı bırakın, utangaç bir tarihle yüzleşme adımı dahi burada bize ters geliyor. Bizde bugün dahi “halaskâr zabitan” ve “fedailik” kült(ür)ü egemen. Bakınız son olarak İstanbul Barosu Başkanı Durakoğlu’nun sosyal medya çıkışına: “ABD Büyükelçiliği aklını başına almalıdır. Türkiye’deki yargı kararını herkes eleştirebilir. Ama emperyalist terminolojinin üstencil tümcelerini kabul edemeyiz. Biz sorunlarımızı hallederiz. Gölge etmeyin. Siz defolun yeter...” Buradan hak savunuculuğu, demokrasi mücadelesi vs. çıkar mı? Bana pek öyle gelmiyor maalesef.
Daha ileri gideyim bu örnekte tipikleşen kafayla ne oraları, ne buraları anlamak; ne varılacak yer konusunda ortaklaşmak ve oraya varmak üzere yol arkadaşlığı yapmak olası. Sanki bir başka deyişle bir şeylerin değişmesi için, her şeyin sil baştan değişmesi gerek. Belki ABD’de patlayıp, Atlantik’in de Batı kıyılarına uzanan bu “devrim anı” tam da bu amaca yöneliyordur. Goodman’ın yukarıda kısaca alıntıladığım kahvehane felsefesindeki gibi sıkı, güçlü bir “hassi.tir” anıdır belki bu: Çoğulculuğu tekçiliğin önüne koyan, geçmişle hesaplaşıp, geleceğe bakan.
İki ayrı ders daha çıkarıyorum kendimce. Birincisi, yaşı yetenlerin nostaljiyle anımsadığı Paris’teki Mayıs ’68 uyanışının hemen ardından, Fransa’nın o gün bugündür görmediği büyüklükte sayıları milyonlarla ölçülen bir kalabalığın Şanzelize’ye çıkıp, De Gaulle’ü geri çağırması ve ilk seçimlerde onun başbakanı Pompidou’nun ilk turda yüzde 44 ve ikincide yüzde 58 oy alarak cumhurbaşkanı seçilmesi. Buna karşılık, Mayıs 68’in de Fransa toplumunun örgüsünü bir daha geri döndürülemeyecek biçimde dönüştürmüş, tam anlamıyla tozunu atmış olması da tarihsel gerçek.
Çoğulculuk, katılımcılık, laiklik, yerinden yönetim, hesapverirlik, denge-denetim, saydamlık, hukuk devleti, eşit anayasal yurttaşlık vb. temel kavramlar üzerinde “sağ” ve “sol” sanılan (ama aslında öyle de olmayan) taraflar anlaşamıyor da, bunların bir tür pazarlığı yapılmıyor oralarda. Bunların “sabit” olduklarını buradan bakarak kavrayamıyoruz. Hafsalamız almıyor zira biz daha emekleme çağındayız. Daha iki taşı birbirine vurup, karanlıkta çıkan kıvılcıma “amanın” diye şaşıranlarız biz. Oralardaysa elektrik akımıyla aydınlatılmış kentler, yollar uydudan bakınca dahi parıl parıl pırıldıyor.
Söylediklerimin özgüven eksikliği, kendine yabancı olma hatta kendinden tiksinme, yok efendim “oryantalizm” ile de ilgisi yok. Ve kellelerimizi nasırlı ellerimizin arasına alıp, akıllarımızı başlarımıza devşirmezsek buradan öteye yol da yok. Bir arada insan gibi yaşayacak mıyız? Hangi heykelleri devireceğiz? Kürt meselesi ve Ermeni Soykırımı vb. takoz gibi önümüzde duran konularla yüzleşecek miyiz? Yoksa anamuhalefetin eğilimli olduğu üzere, “mış gibi” yapmayı sürdürecek miyiz? Salla gitsin kolay: Antiemperyalizm, yargılanacaklar, gidecekler, öfkelenince çok güzel oluyorsun, bilmem ne. Yine: Mavi Vatan, gambot diplomasisi, başaramayacaksınız, boyu eğdiremeyeceksiniz vs.
Bir o yana bak, bir bu yana, sonra dön ABD’de devrilen putlar ve olan biten hakkında yorum yap. Dile kolay, “komşu komşunun kaybolan eşeğini türkü çığırarak ararmış” derler. Çok yineledim ama unutmayalım biz daha cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün bilimsel standartlarda bir biyografisini yazamadık. Ama her yeri onun resimleri, büstleri ve heykelleriyle doldurarak, şükran duygularımızı böyle belirttik. Şimdi bazılarının da aklından o simgeleri yok etmek geçiyor. Oysa işe başlanılması gereken yer o biyografiyi yazmak. Tüm diğer dertler için de bu dediğim çözüm yolu geçerli.
Belki Amerikalılar sonunda George Washington anıtını bile devirir. Bilemem, sanmam da ama bu onların meselesi. Başkentin ortasındaki parkta, o anıtın arkasındaki alanda hem Afrikalı Amerikalılar hem Yerli Amerikalılar müzeleri duracak ama. Nasıl ki Berlin’de parlamentonun ön kapısından kafanızı dışarı uzattığınızda Yahudi Soykırımı anıtını görüyorsanız. Oralarda radikal-liberal tepişmesi de yaşanır, radikaller ile liberallerin muhafazakârlarla çekişmesi de. Hepsi aynı sağlam zemine ayaklarını basar. Bizim ayağımızın altında ise bataklık var. Sanırım anlatmaya çalıştığım bu.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI