Zalimlik, şuursuzluk, affetme - 3
ABD’de ırkçı polisin işlediği son cinayet ve buna tepki olarak ortalığın ayağa kalkması üzerine, sözkonusu genç stajyer muktedirin Arendt’e atıfla “kötülüğün sıradanlığı”ndan sözetmesi, elbette dünya kara mizah tarihinde seçkin yer edindi. Kan dondurucu pişkinlik mi, hafsalaya sığmaz yüzsüzlük mü demek lazım buna?
“Tekmeciyi affetme-etmeme” bahsinde önümüzde üç ödev vardı: (1) Kahramanın şuursuzluğa sarılı zalimliği, (2) “Affediverelim”in zalimliği hafifseme şuursuzluğu, (3) “Affetmeyiz”in sorumsuzluğa varabilecek kolaycılığı. Soruları soran, kuralları koyan bendeniz olduğumdan, üçüncüden başlamış, ikinciye geçmiştim. Şimdi ilk maddeyi ele alıp üçüncü ödevimizi de bir an önce tamamlayalım ve top oynamaya çıkalım.
NE OLSAYDI?..
Ne olsaydı, bahsettiğimiz adamın davranışı affetme-etmeme konusu yapılabilirdi? Bu sorum hem “affetmeyiz”cilere hem “affediverelim”cilere: Yusuf Yerkel gidip günah aleti ayağı için rapor almasa, bir köşeye çekilse, görevinden istifa etse, iktidar ayrıcalıklarını terk etse, duyduğu pişmanlığın ifadesi veya onunla bağdaşır bir hayata geçse, özür dilediğinde onu affetme-etmeme meselesi bambaşka zeminde ele alınır mıydı? Küçümsemeyin. Bu sadece tek insanla ilgili, kapsamı sınırlı soru değil. Zaten bu yüzden uğraşıyoruz bununla.
Yusuf Yerkel’in olaydan sonra, kamuoyuna iki açıklaması oldu. Birinde, tekme attığı insanı telefonla arayıp helalleştiğini -böylece konunun kapanmasını beklediğini- bildirdi, ikincisinde de eşine ve çocuğuna yönelik hakaret ve tehditlerin arkasına saklanmaya çalıştı. Elbette kendisi de gayet iyi biliyor: ona esas içten, yürekten insânî tepki duyanların hiçbiri onun eşini çocuğunu işe karıştırmaz. Küfür eden, hakaret eden, boşa tehditler savuran çıkmaz mı? Çıkar. Bunları umursamamanın ne kolay olduğunu Yerkel de bilir şüphesiz. Ama haklı ve derin tepkileri herkesin görüş alanından çıkarabilmek ve kendini hem savunabilmek hem rahatlatabilmek için bunların arkasına sığınıyor. Büyüklerinden nasıl görüyorsa öyle yapıyor. Hile ve desise karakterimizdir. “Helalleştik, size ne!” tavrında da büyük problem var. Yerkel, yargılanmasını gerektiren suç işlemiş durumda. Yargılanmadı. Öyle anlaşılıyor ki, kendisi bunu sorun etmiyor. Sorun eden başkalarının suratına da “telefonda helalleşmiş” olmasını dayamak istiyor. Bu memlekette beraber yaşadığı milyonla insanın o tekmeyi kendisine, haysiyetine atılmış saydığının farkında değil mi? Bir ihtimal, değil. Pekâlâ olabilir bu. Çünkü -bu defa yalnız şuursuzluk da değil- mevcut iktidarın kendi etrafında yarattığı ideolojik atmosfer, nüfusun yarısını insandan saymamayı norm edinmiş bulunuyor. Karmaşık bir ırkçılık türü yürürlükte.
ABD’de ırkçı polisin işlediği son cinayet ve buna tepki olarak ortalığın ayağa kalkması üzerine, sözkonusu genç stajyer muktedirin Arendt’e atıfla “kötülüğün sıradanlığı”ndan sözetmesi, elbette dünya kara mizah tarihinde seçkin yer edindi. Kan dondurucu pişkinlik mi, hafsalaya sığmaz yüzsüzlük mü demek lazım buna? Yoksa bunların bunlar olduğunu kendisinin idrak etmesini önleyen bir handikap mı sözkonusu? Yine o mâhut şuursuzluk gibi bir handikap.
Bunu da küçümsemeyin. Şuursuzluk büyük bela.
Zor, ama bunu da yaratanın ne olduğunu araştırmak gerekiyor. Çünkü bu rastgele şuursuzluk değil. “Kirada on beş evim var, kira gelmiyor, bankadaki 450 bin liram bitince ne olacak?” diyen şöhretinkini andırıyor bir yandan. “Oyum dağdaki çobanınkiyle bir mi yani?” diye mankeninkini, öbür yandan. Karantinada sıkıntıya girmiş rantiye şöhretin “çok parası olan anlamaz bu sıkıntıyı” sözü ikisini birbirine yaklaştırmıştı. Bu tür şuursuzlukların genellikle iki kaynağı oluyor: biri, başkalarını yok sayma; öbürü aynaya bakmama. T24’teki “müessir” yazısında Tuğçe Tatari, işin şuursuzluktan öteye geçen kısmını da gayet güzel tarif etti: “Hiçbir imtiyazdan vazgeçmeden, oturduğunuz yerden af beklemek, affedilmediğiniz için de sinirlenmek tıpkı tekme atıp sonra da ‘Ayağım incindi’ demek kadar kişilik, kumaş belli eden bir davranıştır…”
Kumaş mı desek, bilemedim, burada bir hammadde sorunuyla mı karşı karşıyayız yoksa şu son senenin hayatımıza kattığı öğrenilmiş kötülük mü esas oğlan? Her ikisi belki. Öğrenmeye yatkınlık... Tam da “kötülüğün sıradanlığı”nın tam teşkilatlı nümûnesini yaratmış adam, kötülükle beraber ırkçılığı da doruğa çıkarmış iktidarın saflarından, başkasının kötülüğünü ve ırkçılığını kınıyor.
Ne yazık ki, Türkiye’de bu olur. Şimdiye kadarki normalimize uygun; yenisine de uyacaktır.
TEK BAŞINA ÖNEMLİ DEĞİL
Tekmeci danışman, muktedirlere yamanmış, hayata bakışı ayrıcalıklarını yitirmeme kaygısınca belirlenen, iflah olması şüphesiz -her suçlu gibi- imkânsız değil ama zor, o tekmeden incinmiş hassas ayağıyla atacağı her adım hânesine işlenecek, aslına bakarsanız hiçbirimizi ilgilendirmeyen bir şahıs. Tatari’nin isabetli deyişiyle, “bırakınız vicdanlarda aklanmayı, iki cihanda da o ‘tekme’yle hatırlanacak” biri.
Ne bu şahıs önemli ne de özel olarak onu affedip etmeme konusu. Ne yazık ki konu, farklılıklar içinde birarada yaşama imkânlarına sınırlar koyabilen kültür sorunlarına uzanabiliyor. Yerkel şu davranışıyla zaten sahiden af dilemiyor, kimsenin ona anlayış göstermesi ve onu içinden affetmesi için en ufak sebep yok. Dosya geçerli sebepsiz indirildiği rafa geri konabilir.
Ancak bu vesileyle yine devâsâ mesele olarak kendini hatırlatan, insanların yanlışlar yapabileceğine ihtimal verilmeyen, hatanın ancak ihanetle izah edilebildiği kültürümüzü ne halt edeceğiz? Zira bu kültür, karşı saflardan destek kazanmanın aslî gayelerden olduğu siyasî faaliyeti de amaçsız dön baba dön saçmalığına çeviriyor. “Peki, siz haklıymışsınız” deme cesareti gösteren, bizzat hak verdikleri tarafından aşağılanıp horlanıyor. Horlamada esas motifler hep ilgili kişinin geçmişinden derleniyor.
Faşistlerden başlayarak, insanlar arasında eşitsizliği mutlak sayan bilumum sağcılar için bu yemeyip de yanında yatılacak şey. Fakat eşitlikti, özgürlüktü, demokrasiydi, böyle dertleri olanlar için, insanların yanlışı, özrü, değişmesi, özeleştirisi çok önemli mevzular. Egemen dindarlık sahici olsaydı onlar için de “pişmanlık” ve nedamet önemli konu başlığı olabilirdi. Bizde tek yanlışı, bireyin ömürboyu silemeyeceği şekilde damgalanmasına yolaçabiliyor. Siyasî kurgular, bireylerin haysiyetlerini ve itibarlarını koruyarak fikir-tavır değiştirmelerinin baştan önünü kesecek tarzda yapılıyor. “Özeleştiri”nin anlamı çoğu yerde bireyin haysiyetini çamura bulanmış giysi misalî çıkarıp yere bırakması anlamına geliyor.
Bu yüzden, zihnimizde, gönlümüzde affetmemiz için en ufak sebebin bulunmadığı adama topluca “affetmeyiz!” diye bağırıldığında içim rahat etmiyor. Çünkü zalimliğini kendin görmezden gelince başkalarının da görmeyeceğini sanmana elveren ayrıcalıklı şuursuzluktan da, somut olaylar sonucunda oluşmuş duygu dünyalarını, suçtan duyulan samimi pişmanlığın affedilmek için şart olduğunu hesaba katmayan “affediverelim”ciliğin iyi niyetli şuursuzluğundan da ibaret göremiyorum meseleyi.
—- BİTTİ —-