Mavi Vatan ve vatana hizmet üzerine
“Ulusal Güvenlik” efsununun arkasına hizalanıldığında her yol mubah oluyor ülkemizde. “Yerli Malı” yahut “organik” etiketi gibi “ulusal” tanımlanmasına nasıl varılıyor, buna kim, nerede karar veriyor? Ya “güvenlik”? Önüne “ulusal” tamlaması getirilince alternatif güvenlik sağlama seçeneklerini konuşamıyoruz bile. Oysa “ulusal güvenlik” münhasıran askere, asker-sivil bürokrasiye bırakılamayacak, bırakılması demokrasilerde sözkonusu edilemeyecek denli yaşamsal önemde bir konu değil mi?
Gazeteci değilim. Ben gazeteciysem, örnekse onyıllarını bu mesleğe verip, üstüne yalnızca mesleğini icra ettiği için hapis yatan dostum Kadri Gürsel başka bir şey olmalı. Bana sözümü, sesimi sizlere ulaştırmama olanak tanıyan Ali Topuz, Ruşen Çakır ve Celâl Başlangıç da öyle. Bazılarıyla hiçbir siyasal düşünce akrabalığım olamayacak şu anda hapiste olan medya mensupları da. Polonya’da Adam Miçnik’in yetmiş küsur yaşında yeniden muhalif yeraltı gazeteciliğine “indiğini” anlattıktan sonra, benim “pekiyi biz hiç gün yüzü göremeyecek miyiz ağabey?” yollu hayıflanmama gülerek, “sen daha kaç yaşındasın oğlum?” tepkisi veren Hasan Cemal de.
Bununla birlikte imgeler üzerinden sanki gerçekten gazeteciymiş gibi fikir yürütebiliriz sanırım. Belki yanlış, belki yanlı biçimde kasten yan yana getirilmiş imgeler üzerinden de doğru fikir yürütebiliriz hatta. Diyeceğim, düşlem bakımından, içinde dış-iç siyaset, magazin, spor, teknoloji, moda vb. bölümleri olan bir haftalık dergi yayınını yönetsem, MSB Akar’ın adeta “gol” dercesine sıkılı yumruklarını havaya kaldırdığı propaganda fotosunun yanına Edirne’de tekerlekli sandalyesini zırhlı polis aracının önüne süren İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu’nun fotosunu basabilirdim. Ve altında kimi özgür ve özerk siyaset düşünürlerimizin, tarihçilerimizin bu “düzene” ilişkin görüşlerine yer verebilirdim.
Bence bu o denli tehlikeli bir egzersiz olurdu ki, şu yazıya eşlik etmesi için dahi sözkonusu görsellerin kullanılmasını dilemem. “Başıma bir iş gelirse” korkusu değil bu. Verili karadüzende dayak ve azar arsızı olmuşuz bir anlamda. Ahlâki bir çekince. Kafamızdaki o sesin “sen yapma bari” demesiyle ilgili. Sokak ağzıyla “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek” konusu. Bu denli eldiven giyerek ve cımbız tutarak yaklaşsak dahi, iki imgenin arasındaki gayet somut düşünsel bağı görmemek ve görüp de bu bağı kurmamak ve üzerine konuşmamak olanaksız. Kendimizin, kim olduğumuzun, nereye gittiğimizin, böyle sürerse daha neler olabileceğinin resmi önümüzde duran çünkü.
Üstelik bu deneme, değerli Prof. Dr. İlhan Uzgel’in bu sütunlarda çok yetkin biçimde yaptığı “Mavi Vatan” pseudo-doktrini çözümlemesini de tamamlar nitelikte olurdu. “Pseudo” diyorum, “sözde” tamlaması yeterince karşılamıyor, “ham” demeli belki. Zira “Mavi Vatan” (“strateji” dediğimde “doktrin” diye sözümü düzelten Prof. Dr. Serhat Güvenç’i de bilvesile anayım: İyi hocalardan hep, her yaşta iyi öğreniriz) ancak bir “anlatı” olabilir diye düşünüyorum.
7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasında hızlı çekim izlediğimiz “90’lı yıllar yeni baştan, tekmili birden” filmini anımsayın: Ceylanpınar, Diyarbakır, 10 Ekim Ankara ve daha niceleri. Kendilerini dümende sanan ve ilelebet dümende kalacaklarını varsayan iktidar sahiplerini. Bir yıl sonra 15 Temmuz 2016’daki kanlı darbe girişimiyle ayyuka çıkıp, zembereğinden boşanan o burulu karanlık enerjiyle karşılaşmalarını. Samuel Johnson’un te 1775 yılında, Amerikan ve Fransız devrimlerinin hemen öncesinde sarf ettiği, dillere pelesenk olmuş “vatanseverlik alçakların son sığınağıdır” sözünü. Dışta bir kabuk görünümü veren “Mavi Vatan” pazarlama sloganının, içerideki, yüzü bize dönük içeriği nedir sizce?
Açıkça önümüzde duranı bu denli karmaşıklaştırmaya, katmanlandırmaya da gerek yok. Yirmi yıllık meslek hayatımda deniz hukuku, Ege ve Kıbrıs dosyalarında hiç çalışmadım, hatta özellikle uzak durdum bunlardan. Kapasitem elvermedi ve eğilimim yoktu diyelim. Ancak, siyasal görüşleri ne olursa olsun, bu konularda uzmanlaşan, bunlar üzerine resmen doktora yapan, kariyerlerini bunların üzerine kuran meslektaşlarım oldu. Siyaseten uyuşuruz, aykırı düşeriz ayrı. Hataları, eksikleri de olabilir. Ancak, haydi kırkın üzerinde şehidi ve derin tarihi olan hariciyeyi genel olarak geçtim, sadece onların dahi emeklerini, ahlâklarını sorgulamak aklımın ucundan geçmez. Şimdi bu insanlar ya ahmaktı, ya haindi ve birden “Mavi Vatan” diye bir icat çıkarılıp, masaya yumruk vuruldu ve indirilen kılıç darbesiyle düğüm çözüldü öyle mi? Siz ikna oldunuz mu?
“Ulusal Güvenlik” efsununun arkasına hizalanıldığında her yol mubah oluyor ülkemizde. “Yerli Malı” yahut “organik” etiketi gibi “ulusal” tanımlanmasına nasıl varılıyor, buna kim, nerede karar veriyor? Ya “güvenlik”? Önüne “ulusal” tamlaması getirilince alternatif güvenlik sağlama seçeneklerini konuşamıyoruz bile. Oysa “ulusal güvenlik” münhasıran askere, asker-sivil bürokrasiye bırakılamayacak, bırakılması demokrasilerde sözkonusu edilemeyecek denli yaşamsal önemde bir konu değil mi? “Sivil-Asker” ve “özgürlük-güvenlik” dengeleri de diğer galat-ı meşhurlar. Bu konularda denge değil, ancak ilişki ve iletişim kurulabilir denklemin iki ucu arasında. Geçen yazımda değindiğim ayaklarımızın altındaki “bataklık” tam olarak bu.
Demek ki “Mavi Vatan” yalnızca birkaç deniz hukuku meraklısını, savunma mimarisi ve dış politika uzmanlarını ilgilendiren “butik” bir konu değil. 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki hızlı çekim 90’lar filmini, 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimini, “sivilleşme” adı altında Genelkurmay Başkanı’nın MSB atanmasını, Suriye, Libya, Irak ve Kıbrıs dosyalarını içeren, kayyum atamalarıyla peş peşe gelen darbecikleri, anti-hukuk ortamını da kapsayan bir “AVM” adeta. Demek ki, 15 Temmuz darbe girişimi bir biçimde savuşturuldu ama “hiç bir şey olmadıysa da bir şeyler oldu” işte.
Muhalefet ama özellikle CHP kafasını kaldırıp bütüne bakamıyor. Ne geri dönüp tarihe, ne cumhuriyetimizin güncel haline, ne geleceğe. ABD’deki halk ayaklanması bir uzak diyâr. COVID19’un küreselleşmeye, AB’ye, ekonomiye ve demokrasiye etkisi? Gündemde yok. Ülkenin çeşitli yörelerindeki sistematik çevre talanı? Olursa, belediyelere havale. HDP’nin yürüyüşü? Anayasaya uygun ama tuzak. Mayışlı turollerin dolaşıma soktuğu “sabır kardeşim sabır” tekerlemesini onlardan daha fazla sahiplenmişe benziyorlar ve yeniye, sonraya, geleceğe ilişkin hiçbir şey söylemedikleri için de yerlerinde sayıyorlar. “Mecbursunuz kardeşim” veya “demokrasi getireceğiz” herhalde kümesi genişleyen kararsızlar üzerinde etkili değil ki, rakamlar ortada.
Princeton’da felsefe hocası Ord. Prof. Dr. Cornel West kendini “devrimci bir Hristiyan” olarak tanımlıyor. Trump yönetimini (toplumu) kutuplaştırmanın ötesinde (devleti) gangsterleştirme siyaseti gütmekle itham ediyor. Devletin askerileşmesiyle, piyasanın açgözlülüğün el ele yürüdüğünün altını çiziyor. Obama’dan Trump’a geçişi, neo-faşizmin neo-liberalizmin ardından gelip, onun üzerine yerleşmesi olarak betimliyor. Elinde kutsal kitapla kilise önünde poz veren Trump’ın Bizans İmparatoru Konstantin olarak göründüğünü, bunun karşısına Hz. İsa olarak çıkmak gerektiğini belirtiyor. Devrimci şiddetsizliği ve daha önce birbirleriyle konuşmayan toplum kesimlerinin aralarında temasa geçmesini, örgütlenmeyi umut olarak görüyor.
Prof. West’in düşünceleri bence bizi ilgilendirmeli. “Ne güzel, yata yata askerlik yapıyoruz” havasındaki muhalif siyasetçileri de. “Mavi Vatan” varsa yeşil eko-vatan da olabilmeli. Gökkuşağı LGBTI-Q vatan da. Yeşil-sarı-kırmızı vatan da. Haçlı, davut yıldızlı vatan da. Kırmızı-siyah anarko-vatan da. Ve nihayet her yurttaşın kendini paydaş duyumsayacağı, hepimizin “ortak vatanı” da. Oysa haydi madem Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı gibi temel yüzleşme konuları “sakıncalı” CHP için, daha steril Libya, Suriye, Irak dosyalarında, onlar iktidar olursa MSB kim olacak gibi sorularda da sözleri yok.
Keşke, vatan uğruna ölen varsa değil üzerinde uzlaşılan bir toplumsal sözleşme ve bir teşkilât-ı esasiye varsa vatandır diyebilsek artık. “Bu gayya kuyusundan nasıl çıkacağız?” sorusunun yanıtı, biraz da hatta belki büyük ölçüde Sayın Ümit Kardaş’ın “Bu kaçıncı cumhuriyet?” sorusuna vereceğimiz yanıtta saklı. Mavi Vatan, Libya Suriye, Irak, Pençe, Kartal, Çekiç, Güneş gibi sesler duyunca içgüdüsel olarak hazırola geçmektense, bu konulara kafa yormak ve sözünü söylemek vatana daha yararlı hizmet. Düzene değil vatana.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI