Kapıldığımız hayaller ve yüzleşilemeyen gerçekler
Sizi 'koskoca Fenerbahçe' veya 'koskoca Beşiktaş' diye tabir-i caizse 'goygoylayan' itibar suikastçilerine ve 'sözde gazeteci', amigo kılıklı kulüp yöneticilerinin tetikçilerine kanmayın. Fenerbahçe'nin 2014'ten itibaren, Beşiktaş'ın ise son iki yıldır eriyen kadrolarının farkında olun.
Bugünkü konumuza nereden başlayacağımı kara kara düşünürken bir anda aklıma Oscar Wilde'ın bir sözü geldi; “İnsanın kendiyle yüzleşmeye yüzü yoksa, başkalarının hatalarıyla oynar durur.” Tabii bu sözü tekil değil, çoğul olarak da düşünebiliriz.
Bireylerin reaksiyonlarıyla toplumların reaksiyonlarını aynı katmanda elbette değerlendirmeyeceğiz. Bu iki konunun farklı dinamikler içerdiğini biliyoruz elbette. Ama biz reaksiyon adımından değil, başlangıç noktasında yer alan 'düşünme biçimi'nden ve algılardan başlayacağız. Algı her ne kadar reaksiyon için bir 'etken' sınıfında yer alıyor olsa da, mevcudiyetini koruyan krizler ve başkaları tarafından yapılan manevralar karşısında bir 'edilgen' kategorisinde yer alıyor.
Bugünkü konumuz Fenerbahçe ve Beşiktaş'tan yola çıkarak tüm spor kulüplerimizi içeriyor. Peki bu konumuzun haritasını çizersek genel koordinatlarını ve hatlarını nasıl belirleyebiliriz?
Ünlü 'Savaş Sanatı' kitabının yazarı Sun Tzu'nun o eserinde aklımdan asla çıkmayan bir kuralı vardır ki bu Savaş Sanatı'nın ilk kurallarından biridir; 'Kendini tanımak' yani 'Kimsin sen?' sorusu. Kendini tanırken aslında üç tane sen varsındır;
1- Senin kendini nasıl biri olarak düşündüğün
2- Başkalarının seni nasıl biri olarak düşündüğü
3- Aslında senin kim olduğun
Yani birince maddedeki çıkarım üçüncüye ne kadar yakın olursa insanın hayatta başarılı olma şansı yükseliyor. Çünkü kendinizle ilgili eksileri ve artıları fark edip, bunun etrafında kendini daha iyi tanımanız gerekiyor. Buna ticari dünyada, kurumsallıkta ve akademide 'SWOT analizi' deniliyor. Ama ne söylemek istediğimi anlamak için acayip havalı sözcükler kullanmaya da gerek yok açıkçası.
Ben 36 yaşıma girdim. Benim jenerasyonumdakiler, benden bir alt jenerasyon ve bütün üst jenerasyonumdakilerin şöyle bir söylemi vardır konu futbola geldiğinde: 'Koskoca Fenerbahçe' Bu aynı şekilde 'koskoca Beşiktaş' ve 'koskoca Galatasaray' olarak telaffuz edilmektedir. 25 yaş ve altı jenerasyonun ağzında çok sakız olmaz bu laflar ama o yaş grubunun üzerindekilerin her konuya girişi neredeyse bu şekildedir.
Bunu sadece taraftar bazında düşünmeyin. Ekranlarda yorumcular, 'sözde gazeteciler' ve köşe yazarları da 'sosyal anestezi' için gazını böyle pompalamaktadır fanatik okuyucularına ve izleyicilerine.
Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, Trabzonspor, fark etmez. Bu kulüpler için neden 'koskoca' denir onu iyi anlamamız lazım. Çok eski tarihlerde kurulmuş olmalarıyla uzaktan yakından bir alakası yok, öncelikle onu söyleyelim. Yani yaşıyla değil, başıyla alakası var. Bu kulüpler, özellikle bu üç İstanbul kulübü kurulalı 100 yıldan fazla oldu. Ama büyüklükleri bununla ilgili değil. Bunu öncelikle iyice anlayalım. Bunun sebebi çok kez şampiyonluk ve kupa kazanmış olmaları. Bunun yanına taraftar sayısı faktörünü de eklediğiniz an büyük bir kulüp kimliği oluşuyor. Yani başarı her şeyi şekillendiriyor.
Peki son 60 yılda kulüpler nasıl başarılı oldu ve büyük kulüplere dönüştü? Çünkü liglerinde diğer kulüplere oranla çok daha iyi ve kaliteli oyunculara sahipti. Aslında dünya futbolu her ne kadar ekonomik ve idari anlamda endüstrileşmiş olsa da, temel kurallar ve formüller aynı denilebilir. Sadece o formüllerin, kuralların ve faktörlerin bir araya gelme şartları değişti.
Hırs, mücadele, formanın hakkını verme kavramları tabaktaki ana yemeğin diğer unsurlarıdır. Her şeyin temelinde kaliteli oyunculardan kurulu bir oyuncu grubuna sahip olmak vardır. Beşiktaş, ligin 27'nci haftasında kendi evinde Antalyaspor'a yenildi. Diyorlar ki, bunu sadece taraftar değil, bazı spor yorumları da yapıyor; “İşte efendim koskoca Beşiktaş... Şöyle, şöyle, şöyle” Arkadaşlar, sizin elinizdeki oyuncular kaliteli değilse hangi 'koskocalık'tan bahsedeceğiz? Beşiktaş'ın o gün sahaya çıkan takımının kalitesi Antalyaspor takımının oyuncu grubunun altında. Bunu görmek gerekiyor. Ama görmek yetersiz. 'Bakma' eylemini zaten direkt 'baypas' ediyoruz. 'Kabullenmek', 'yüzleşmek' bunlar da asıl yapılması gereken.
Fenerbahçe'nin bu sezon başına gelen en iyi iki şeyden birisi kendi evinde yani Kadıköy'de 20 yıl sonra ezeli rakibi Galatasaray'a, oyun olarak da ezilerek yenilmiş olmasıdır. Diğeri ise şampiyonluğun favorilerinden Trabzonspor'la 4 maçta 1 kez berabere kalıp 3 kez yenilmesidir. Bazı Fenerbahçeli basın mensupları yıllardır Fenerbahçe'yi 'savunma' adı altında ona kötülük etmektedir. Pohpohlayarak, mevcut gerçek durumu hep kamufle etmeye çalışıyorlar. Bakın bir zamanlar Trabzonspor çok iyi oynadığı yıllarda bile Fenerbahçe'ye diş geçiremiyordu. Neden? Çünkü Fenerbahçe'nin bir şekilde işi çözebilecek, ortaya güç koyabilecek kaliteli bir oyuncu kadrosu vardı. Şimdi ise; bu sezon Fenerbahçe ne yaptı etti ama Trabzonspor'a bir türlü diş geçiremedi. Çünkü Trabzonspor belki de ligin açık ara en iyi takımına sahip durumda. Buradan Fenerbahçelilere soruyorum, hatta Trabzonsporlulara da; Fenerbahçe'den sadece bir oyuncuyu bile Trabzonspor'un ilk 11'ine koyabilir misiniz? Hiçbir pozisyonda Fenerbahçe, Trabzonspor'dan daha iyi bir oyuncuya sahip değil. Bunu iki takımı kıyaslamak ve Fenerbahçe'yi yermek için anlatmıyorum. Yazımın başında belirttiğim gibi Fenerbahçe ve Beşiktaş örnekleriyle tüm kulüpler ile ilgili bir tomografi çekme niyetindeyim.
Sizi 'koskoca Fenerbahçe' veya 'koskoca Beşiktaş' diye tabir-i caizse 'goygoylayan' itibar suikastçilerine ve 'sözde gazeteci', amigo kılıklı kulüp yöneticilerinin tetikçilerine kanmayın. Fenerbahçe'nin 2014'ten itibaren, Beşiktaş'ın ise son iki yıldır eriyen kadrolarının farkında olun. Bu iki kulüp, biri geçen yıl bağış kampanyaları düzenledi, diğeri şu an düzenliyor. Bu konuyu fazla açmayacağım, bu başka bir yazı konusu olabilir zira.
Dikkat ederseniz, başarısızlıklarda her zaman tutunabilecekleri dallar mevcut oluyor. Hakemler, vesaire. Aslında hataların temel unsurları olayın tam merkezinde yatıyor. O yöneticiler ve medyadaki ayakçıları sizi her zaman ne yapıp edip başka bir noktaya kanalize ediyor. Bir tür illüzyon. İllüzyon gösterisinin sırrı da budur zaten. Sizi sahnede belirli bir noktaya odaklandırıp, gözünüzün diğer öğeleri görmesini önlemek ve şovu çaktırmadan gerçekleştirmek. Keza David Copperfield gösterilerinin biletleri bizim maç biletlerimizden pahalı. En azından bu hile ve hurda işlerini daha uygun fiyata izliyoruz, bu da bir teselli.
Bu yazımda anlattıklarıma katılmayıp, ucuz bir şekilde 'provokasyon' olarak tanımlamak isteyenler olacaktır. Problem değil. Onlar da sonunda lafıma gelecekler. Çünkü gerçeklerin ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır. Ama mesela gerçekleri görmek değil, onlarla yüzleşmek. Çünkü aksi takdirde manasız, gerçek dışı beklentilerin ötesine geçemeyeceğiz.