Şerif Mardin ve Nilüfer Göle
Şerif Mardin ve Nilüfer Göle öncelikle sosyoloji/sosyal bilim yaptılar Türkiye’de. Bir bakıma hocaların yaptıkları gayet basitti! Ancak onlar bunu yaparken pek çokları aynı aleti başka amaçlar için kullanmayı tercih ettiler. Öğrenci evinde ütüyle tost yapmak gibi mesela! Hâlâ böyle yapmaya devam edenler de yok değil.
Üniversiter ve entelektüel kimlik aynı zamanda güçlü bir ethos gerektirir. Özellikle de Türkiye gibi kodların, ilkelerin çok yerleşiklik kazanmadığı toplumlarda. Fikirleriniz, yapıtlarınız kadar tutumunuz, edanız, duruşunuzdur sizin kâinattaki koordinatlarınızı belirleyen. Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin bu ülkenin sosyoloji/sosyal bilim tarihine yaptıkları katkıyı küçümseyenler, onların değerini küçültmeye çalışanlar hep oldu. Oysa bu hocaların kıymetini artıran onların bu tutumuydu da. Bu kesimler ideologluk yapacaklarına biraz da sosyoloji/sosyal bilim yapmaya tenezzül etselerdi, hocaların üretimleri belki de bu kadar ayrıksı kalmayacaktı.
Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin ethos’larının iki eksen üzerinden değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi birer kamusal entelektüel olarak aldıkları tutum. İkincisi ise birer sosyolog/sosyal bilimci olarak sahip oldukları tavır. Aslında kültürel/entelektüel/üniversiter kamusal alanın geniş ve derin olduğu bir toplumda bu ilişkinin birbirinden bu kadar da ayrı bir biçimde değerlendirilmesine gerek olmayabilirdi. Ancak Türkiye gibi ülkelerde kültürel/entelektüel/üniversiter alan siyasetten, ülkenin egemen ideolojik ayrım hatlarından yeterince özerkleşemediği için sosyolog/sosyal bilimci öncelikle buna göre bir konum almak zorunda kalabiliyor. Bir sosyolog/sosyal bilimci öncelikle çalışmaları, araştırmaları, yapıtları üzerinden değerlendirmek elbette aslında daha doğrudur. Ancak yukarıda belirttiğim nedenlerle ethos üzerinden yorum yapmak gerekebiliyor.
Birinci eksen üzerinden değerlendirildiğinde Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin Türkiye’de sosyoloji/sosyal bilime yaptıkları en önemli katkının öncelikle ülkenin verili ideolojik/kültürel ana hatları üzerinden bir ethos geliştirmemiş olmaları olduğunu düşünüyorum. Yani sağ/sol, muhafazakâr/laik, Doğu/Batı gibi neredeyse genetikleşmiş hatları yok varsayarak ürettiler bu hocalar. Belki de bu nedenle en azından benim şahit olduğum dönemde Türkiye’de sosyoloji/sosyal bilimin bir alan olarak genişlemesine, derinleşmesine, kamusallaşmasına, toplumsal itibar kazanmasına en çok onlar katkı verdiler. Bir anlamda üretkenlikleri sadece yapıtlarıyla sınırlı değildi. Ethoslarıyla öncelikle alanı ürettiler.
Her iki hoca da hem Türkiye’de hem de Batı’da eğitim almıştı. Ayrıca yine her ikisi de hem Türkiye’de hem de Batı’da hocalık yaptılar/yapıyorlar. Tartışmaya çalıştığım konu açısından bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak üniversiter alan sadece dersten, kitaptan, sınavdan oluşmuyor. Her alanın olduğu gibi üniversitenin de gelenekleri, teamülleri, kültürü, alışkanlıkları var. Üstelik bunlar ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Bu tecrübenin her iki hocanın da mesleğe bakışlarını çok zenginleştirdiği sanıyorum.
İkinci eksenin sosyolog/sosyal bilimci olarak sahip oldukları tutum olduğunu söylemiştim. Her iki hoca da işlerini yaparken ideolojik mahallelere bilinçli bir şekilde aidiyet ilişkisi geliştirmedikleri gibi, sosyoloji/sosyal bilimin Türkiye’deki kuruluş genetiğine de pek yüz vermediler. Gazete Duvar’da daha önce yazdığım bazı yazılarda belirttiğim gibi Türkiye’de sosyoloji/sosyal bilim daha çok bir “sosyal felsefe” olarak teşekkül etmişti. Aslında bu bir modernleşme toplumu için anlaşılması hiç de zor olmayan bir şeydi. Modernleşme ülkelerinde toplumun cari hali hızla geride bırakılması, aşılması gereken bir durumdu. Toplumun hızla değişmesi, gelişmesi gerekiyordu. Bu nedenle de Türkiye’de sosyoloji/sosyal bilim kuruluş kodlarında “olması gereken”i her zaman “olan”dan daha fazla önemsedi. Bir açıdan Türkiye Batı’dan amacına uygun olmayan bir makineyi ithal etmiş gibiydi. Çünkü Avrupa tecrübesinde, en azından Rönesans’tan beri, “olması gereken” ile human(istic) studies, yani beşeri çalışmalar ilgileniyordu. Toplumun, bireyin üretimi, kalitesinin yükseltilmesi bu disiplinin göreviydi. Sosyoloji/sosyal bilim ise daha çok fiziği model alarak yapılanmış ve toplumun olduğu halin bilgisi için gelişmişti.
Şerif Mardin ve Nilüfer Göle ise öncelikle sosyoloji/sosyal bilim yaptılar Türkiye’de. Bir bakıma hocaların yaptıkları gayet basitti! Ancak onlar bunu yaparken pek çokları aynı aleti başka amaçlar için kullanmayı tercih ettiler. Öğrenci evinde ütüyle tost yapmak gibi mesela! Hâlâ böyle yapmaya devam edenler de yok değil.
Bu “olan” ve “olması gereken” geriliminin hocaların çalışmalarında tezahür ettiği en önemli özellik din sosyolojisi alanıdır. Bu nokta aynı zamanda yazının başında ifade ettiğim iki eksenin de çakışma noktasıdır. Din sosyolojisi çalışmak Türkiye’nin hegemonik ideolojik mahalleleşmesine göre muhafazakârların/İslamcıların çalışma alanıydı. Belki de bu nedenle Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin bu çalışmaları içinden çıktıkları sosyolojik mahalle tarafından hiç de hoş karşılanmadı. Hatta öteki mahalleyi meşrulaştırma olarak görüldü. Yazının politik bir tartışmaya indirgenerek okunmaması için bu konuya daha fazla girmek istemiyorum. Böyle bir durumun beni hocaların kıymetlerini vurgulamaktan geri bırakabileceğinden endişe ediyorum. Benim öğrencilik yıllarımda ülkenin sosyoloji bölümlerinden “Din sosyoloji” dersi pek yaygın değildi. Bunun temel sebebi daha önce belirttiğim sosyolojinin kuruluş genetiğiyle ilgiliydi. Çünkü din “olması gereken”e dâhil olarak düşünülmüyordu. Hatta geçmişi, geleneği, yani bir an önce aşılması gerekeni temsil ediyordu. Bu açıdan bakıldığında Şerif Mardin ve Nilüfer Göle Türkiye’de bir tabuyu yıktılar. Tekrar etme pahasına: Bu ancak sözünü ettiğim her iki eksende de güçlü bir ethos gerektiriyordu. Ve hocalar işte bu ethosa sahip çıktılar.
Hocaların ethoslarının bir başka yönü de Gazete Duvar’da daha önce yazdığım bazı yazılarda değindiğim acentecilik, yerlilik, özgü(n)cülük gibi konularda verili seçeneklerden birine dâhil olmadan, alanın gerektirdiği kriterlere saygı göstererek üretmeleridir. Şerif Mardin’in de, Nilüfer Göle’nin de özellikle Batı’da aldıkları eğitim sürecinde bazı teorilerden, analitik araçlardan etkilendikleri aşikârdır. Ancak her ikisi de üniversitede ve yeterince var olmayan kamusal alanda belli bazı akımların Türkiye temsilcisi gibi hiç davranmadılar. Temel yaklaşımları her zaman, bu teorilerle, bu araçlarla yaşadıkları toplumun bilgisinin nasıl üretilebileceği oldu. Dâhil oldukları bilimsel disipline katkıda bulunmayı, bu disiplini Türkiye’nin bilgisiyle zenginleştirmeyi tercih ettiler. Son aylarda yazmaya çalıştığım bir kitap için hocaların kitaplarını tekrar okuyorum. Bu yazıyı da aslında bunun heyecanıyla yazıyorum. Bir meslektaşları olarak her yazdıklarına katılmak zorunda hissetmiyorum kendimi. Ancak onların kariyerlerinin bütününe büyük bir saygı hatta minnet duymamı engellemiyor bu.
Farkındaysanız yazının sonuna yaklaşmaya başladım ama henüz hocaların çalışmalarından, yapıtlarından hiç söz etmedim. Bu noktada elbette bir makale değil bir gazete köşe yazısı yazmakta olduğumu hatırlatmak isterim. Ancak bu kısa yazı için bunun bir eksiklik olduğunu da pek düşünmüyorum. Çünkü benim esas derdim hocaların ethoslarının altını çizmek ve kurucu, alan açıcı yönlerini vurgulamaktı.
Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin yapıtları kitapçıların raflarında özellikle de genç sosyolog/sosyal bilimcilerin ilgisini, merakını, yorumunu, eleştirisini bekliyor. O yapıtların sadece ortaya koydukları bilgi birikimi yönüyle değil, hocaların ürettikleri ethosla birlikte okunabilmesi ise benim en büyük dileğim.
Bu arada belki de en önemlisini en sona sakladım galiba. Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin öğrencisi olduğum için kendimi şanslı addediyorum. Yaşlandıkça, olgunlaştıkça bunun önemini daha iyi kavrıyorum. Şerif Mardin’i rahmetle anıyor, Nilüfer Göle’ye uzun ve üretken bir ömür diliyorum.