YAZARLAR

İnsanın sonu

Shelley’nin romanı bulaş-karşıtı görüşün birçok iddiasını yansıtıyor: Salgının yayılma biçimi İtalyancada kötü hava anlamına gelen mal’aria, yani sıtma hastalığını andırıyor. Böylece Shelley kötü çevre koşulları, kötü hava ve temizlik sorununu öne çıkaran bir yaklaşımı benimsiyor. Shelley’nin çiçek hastalığı ve kızıl hastalığı gibi bulaşıcı hastalıklarla karşılaştırdığı bu salgının ise aşısı yok. Böylece bu kurgusal salgın kaçınılmaz hale geliyor.

“Karşısında yenildiğim engeller insanlardan değil elementlerden kaynaklıydı… Güneyde beni deniz mahvetti, kuzeyde ise Moskova yangını ve kışın buzu. İşte bunlar: Su, hava, ateş, hepsi doğa ve doğadan başka bir şey değil. Doğanın emrettiği evrensel yenilenmenin düşmanları bunlardı! Tanrının sorunları çözülemez!” (1) diye yazıyordu Napoléon sürgünden. Evrensel imparatorluğun çöküşüne neden olan unsurlar su, hava ve ateşti. Felaketler, imparatorlukların ve medeniyetlerin çöküşü gibi konular Napoléon sonrası sanatta yeni bir canlılık kazandı. (2) Mary Wollstonecraft Shelley’nin Son Adam adlı romanı bu Romantik temayı kullanarak kendi kuşağının hikayesini anlattı: Romantizmin sonunu.

KIYAMETİN SEKÜLERLEŞMESİ

Viyana Üniversitesi’nden Alman Edebiyatı profesörü Eva Horn modern kıyamet kavramının izini sürdüğü çalışmalarında Hıristiyan kıyamet anlayışının nasıl sekülerleştiğini ele alıyor. (3) Aziz Yuhanna’nın Vahiy’inde kıyamet malum olan bir düş olarak tarif edilir; yani bir ifşa ya da apokalupsis. Alman yazar Jean Paul’un Ölü İsa’nın Hutbesi (Rede des toten Christus, 1796) adlı eserinde kıyamette göklerden inen İsa dirilenlere Tanrı’nın olmadığını ilan eder. Ateizmin eleştirisi olarak sunulan eserde dini kıyamet tahayyülünün en büyük kabusu, yani sınırları, resmedilir: Tanrı’nın yokluğu.

Düşünsenize: Diriliyorsunuz ama Tanrı yok! Sanırım bu tahayyülde Frankenstein hikayesinin ipuçlarını görebiliyoruz. Jean Paul ateist kıyamet anlayışının korkunçluğunu anlatarak Hıristiyanlığın ne kadar vazgeçilmez olduğunu vurgulamak istemiş olabilir. Ne var ki bu erken romantizmden bir sonraki kuşağa bulaşan Hıristiyanlıktan ziyade kıyamet tahayyülü oldu. Ölü İsa’nın Hutbesi gibi Lord Byron’ın Karanlık’ında (Darkness, 1816) da dünyanın sonunda ilahi bir yargı veya yeni bir başlangıç söz konusu değildir. Horn’a göre bu seküler kıyamet hikayelerinin amacı insan doğasına ilişkin düşünmektir. Kıyamet antropolojik varsayımların test edildiği bir laboratuvar işlevi görür.

AYDINLANMA VE KARARMA

Horn’un tezinin siyasi düşünceler tarihi açısından çok ilginç bir sonucu var: 17'inci yüzyılda beliren ve 18'inci yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin temelini oluşturan toplum sözleşmesi kuramı insan doğasına dair varsayımları insanlığın muhayyel başlangıcından türetir. Bu kuram, sivil toplum kavramına ulaşabilmek için önce insanlığın doğa halini hayal eder ve doğa hukukunu tanımlar. Modern kıyamet tahayyülü ise bu varsayımları insanlığın muhayyel sonunda test eder. Kıyamet sivil toplumun ölümüdür.

DOĞA VE NÜFUS

İnsan doğasına ilişkin bu yeniden değerlendirme ihtiyacı Aydınlanma’nın temel anlatısı olan toplumsal sözleşme ve doğa hukukunun revize etmek ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir mi? Robert Malthus’un Nüfus İlkesi Üzerine Deneme (Essay on the Principle of Population, 1798) adlı eseri Aydınlanma’nın insanın temel öğesi olarak şefkat (compassion) kavramını ve insanın ahlaki ve entelektüel ilerleme potansiyeline ilişkin inancını hedef alır. Condorcet’nin insan ruhunun tarihsel ilerlemesi fikrine karşı Malthus, insan bedeninin ihtiyaçlarının toplum üzerinde sürekli bir sınır teşkil edeceğini öne sürer. Buna göre insan nüfusu geometrik, yiyecek arzı ise aritmetik olarak artmaktadır, dolayısıyla açlık doğal bir nüfus kontrolüdür.

Foucault’nun biyopolitika kavramı açısından bir dönüm noktası teşkil eden Malthus’un nüfus kavramı (adı zikredilmese de) Byron’ın şiirinde de izdüşümü bırakır: Malthus gibi Byron da herhangi bir bireyin kaderiyle değil nüfusla ilgilidir, insan toplumuna istatiksel bir açıdan yaklaşır. Byron bu şiiri 1816 yazında Percy Bysshe ve Mary Wollstonecraft Shelley’le beraber Cenevre Gölü kıyısında kalırken yazar. Yazsız Yıl olarak bilinen 1816’da bugünkü Endonezya’daki Tambora Yanardağı’nın patlamasıyla dört yıl sürecek bir doğa felaketi başlamıştı. Yanardağın püskürttüğü küller güneş ışınlarını filtreleyerek mevsim değişikliklerine yol açacak, kıtlık ve hastalıklara neden olacaktı. Eve tıkılan genç edebiyatçılar Byron’ın önerisiyle bir korku hikayesi yarışması önerir. Byron ve Percy Shelley şiiri, Mary Shelley düzyazıyı tercih eder. Mary’nin on dokuz yaşında kaleme aldığı bu roman Frankenstein’dır. (4)

WOLLSTONECRAFT VE GODWIN

Dönemin radikal edebi ve siyasi düşünürleri Mary Wollstonecraft ve William Godwin’in kızı olması nedeniyle Mary Wollstonecraft Shelley’nin kıyamet tahayyülünü yorumlayabilmek için Aydınlanma’yla ilişkisini ailesiyle beraber değerlendirmek gerekiyor. Mary Wollstonecraft 1790’da Edmund Burke’ün Fransız Devrimi eleştirilerine karşı Adam Haklarının Gerekçelendirilmesi’ni, iki yıl sonra da Jakobinlerin kadın haklarını tanımamaları üzerine Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’ni kaleme almış etkili bir yazardı. Edebiyattan pedagojiye ve tarihe birçok alanda eserler veren yazar 1797’de kızı Mary’yi doğurduktan iki hafta sonra, doğuma bağlı sebeplerden, hayatını kaybetti. Yazarın o yıl evlendiği William Godwin’in hatıralarını yayımlamasıyla gündemden düşmeyen bir edebi figüre dönüştü. Godwin de Wollstonecraft gibi devrimci fikirlerini çok farklı araçlarla dile getiren bir yazardı. 1793’te yayımladığı Siyasi Adalete İlişkin Bir İnceleme (An Enquiry concerning Political Justice) modern anarşizmin ilk manifestosu kabul edilir.

Mary Wollstonecraft Shelley, Eylül 1827’de yazdığı bir mektupta annesinin ruh büyüklüğü ve babasının yüksek yeteneklerinin ona model olduğunu yazar. Ebeveynine karşı duyduğu his kamu yararı adına kendini feda edenlere duyduğu hayranlıktır. Bu bağlamda yazarlık kamu yararı için dönemin toplumsal, siyasi ve ahlaki tartışmalarına katılmaktır. (5)

MUHAFAZAKAR ZAMANLARDA SİYASET

Fransız Devrimi ve Napoléon Savaşları ertesinde Mary Wollstonecraft Shelley’nin işi kolay değildir. Bir yandan devrimin hesabını çıkartmak mecburiyetindedir. Ancak babasının önerdiği gibi bir devrim tarihi kaleme alarak değil, yeni bir edebi tür yaratarak. Böylece Wollstonecraft ve Godwin’in düşünceleriyle de yüzleşir. Godwin 1790'larda gelecekte insanlığın hastalığı tamamen ortadan kaldırabileceği tartışmalarına karşı Son Adam’da bütün bir insanlığı yok eden bir salgını konu edinir. Diğer yandan Shelley dönemin siyasetine hakim olan karşı-devrimci, muhafazakar düşüncelere de teslim olmaz: Son Adam’daki şeytani veba Godwin’in ütopik rasyonalizmi kadar Edmund Burke’ün muhafazakar organisizmini de ortadan kaldırır. (6)

1790'larda hem Burke hem de Wollstonecraft devrimi bir veba olarak tarif etmişti. Her iki yazar da İngiltere’deki kansız 1688 devrimini model olarak alıyordu ve İngiliz modelinin sağlığında hem fikirdi. Ancak Wollstonecraft’a göre Fransa’da eski rejimin geçirdiği bu ateş nöbetinden sonra toplumsal beden yeniden iyileşecek ve hastalık yok olacaktı. Burke göre ise İngiltere Fransa’daki vebaya karşı kendini karantinaya almalıydı. Shelley’nin Son Adam’ında ise veba ne İngiliz siyasi sisteminin, ne Fransız Devrimi'nin ne de karantina önlemlerinin çare bulamadığı kesin bir ölümdür.

SİYASİ METAFOR OLARAK VEBA

Son Adam’daki salgının niteliği eleştirmenler arasında tartışılagelmiştir. Neden sadece anlatıcı Lionel Verney bu hastalıktan iyileşmiştir? Verney hastalığı başka birinden mi, yoksa hava yoluyla mı kapmıştır? Shelley gününün tıp kuramlarına aşinaydı ve bu kuramlar ikiye ayrılmıştı: Bulaşçılar (contagionists) ve bulaş-karşıtları (anti-contagionists). Salgınların insandan insana değil miasma adı verilen kötü havadan bulaştığını iddia eden bulaş-karşıtlığı 1820'lerde hem hakim, hem de ilericilerin tercih ettiği görüştü. Bulaş-karşıtları karantina ve ticaretin askıya alınması gibi önlemlere karşı çıkıyor, buna karşı lağım ve su idaresinde reformu savunuyordu. Shelley’nin romanı bulaş-karşıtı görüşün birçok iddiasını yansıtıyor: Salgının yayılma biçimi İtalyancada kötü hava anlamına gelen mal’aria, yani sıtma hastalığını andırıyor. Böylece Shelley kötü çevre koşulları, kötü hava ve temizlik sorununu öne çıkaran bir yaklaşımı benimsiyor. Shelley’nin çiçek hastalığı ve kızıl hastalığı gibi bulaşıcı hastalıklarla karşılaştırdığı bu salgının ise aşısı yok. Böylece bu kurgusal salgın kaçınılmaz hale geliyor. (7) Ancak insandan insana bulaşmayan bir salgında bağışıklık kazanmak mümkün değilse anlatıcı Verney’in hayatta kalmasını nasıl açıklamalı? Bunu yorumlamak için Shelley’nin sadece Aydınlanma değil Hümanizmle de nasıl bir ilişki kurduğuna odaklanmak gerekiyor.

(1) Louis Antoine Fauvelet de Bourrienne, Memoirs of Napoleon Bonaparte, Cilt 2, Londra, Richard Bentley, 1836, s.170.

(2) Lee Sterrenburg, “The Last Man: Anatomy of Failed Revolutions”, Nineteenth-Century Fiction, Cilt 33, Sayı 3, Aralık 1978, ss.324-347.

(3) Eva Horn, “The Last Man: The Birth of Modern Apocalypse in Jean Paul, John Martin, and Lord Byron”, Catastrophes: History and Theory of an Operative Concept, Nitzen Lebovic ve Andreas Killen (Der), Berlin, Walter de Gruyter, 2014, ss.55-74.

(4) Horn, “The Last Man”, s.71.

(5) Pamela Clemit, “Frankenstein, Mathilda, and the legacies of Godwin and Wollstonecraft”, The Cambridge Companion to Mary Shelley, Esther Schor (Der), Cambridge, Cambridge University Press, 2004, ss.26-44.

(6) Sterrenburg, “The Last Man”, ss.335.

(7) Peter Melville, “The Problem of Immunity in The Last Man”, Studies in English Literature 1500-1900, Cilt 47, Sayı 4, Güz 2007, ss.825-846.