Destek yetmez heyecan da lazım
İktidarın ekonomik krizi yok sayma yaklaşımının güçlü bir baş etme yöntemi olmakla birlikte, tabanın “dertlerimizle ilgi iyice kesildi” algısını pekiştirdiği ortada. Ağır işsizlikle baş başa bırakılan gençlerin bu konuda daha yüksek bir tepki duyduğunu izliyoruz. Başkanlık rejimi zorlaması ve devamında ortaya çıkan “beka söylemi” de, iktidarın kendi dar meselelerini fazla dayattığı fikrini besliyor.
Türkiye’de siyasi gündem bir süredir ilginç bir ritm kazandı. Ağırlıklı olarak iktidarın yönettiği gündemden söz ediyorum elbette. Dalgalar halinde ve birden fazla (hatta çok fazla) başlığın aynı anda yükseltildiğine şahit oluyoruz. Bazen aynı günün içinde herhangi bir memlekete bir sene yetecek kadar başlık tartışmaya açılıyor. Sersemletici sağanaklar halinde geliyor dalgalar. Bazen bir “torba” içinde sayılabilecek akraba konular öbeği, bazen birbiriyle doğrudan bağı kurulması zor olacak meseleler aynı dalgayla gelebiliyor. Bu sert grafiğin gerekçeleri konusunda çeşitli yorumlar var. Erken baskın seçim hazırlığından “gerçek gündemin” konuşulmasının engellenmesine, yeni rejimin inşa hazırlıklarından taban hassasiyetlerini kaşıma arayışına kadar taktik ve stratejik ihtiyaçlardan bahsediliyor. Bu iddiaları veya öngörüleri haklı çıkartacak işaretler elbette bulunabilir. Bu gerekçelerin daha önce ve halen geçerli olduğu şartlardan da söz açılabilir. Ancak bu dalgaları gidilmek istenen bir hedefe göre anlatmak bazen olanı anlamakta yetersiz kalabiliyor. Çünkü bunların bir kısmı varılmak istenen yer için üretilmiş olabileceği gibi bir kısmı da belki geçmişten gelen zorunlu titreşimlerdir.
İçinde bulunduğumuz hafta gündem hareketliliği bakımından zirvelerle geçildi. Baro teklifinin meclise gelmesi, sosyal medya düzenlemesi hazırlıkları, İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, Ayasofya meselesi öndeki başlıklar. Bunların arkasından kafasını uzatan çok sayıda başka veya yan konu da mevcut. Bu başlıkları ortaklaştıran unsur olarak, iktidar tabanının hassasiyetlerini yatay veya dikey biçimde kesen temalar olduğu söylenebilir. Fakat bu meselelerin hiçbiri, ilişkilendikleri hassasiyetler açısından iktidarın öncelikleri kadar yüksek bir aciliyet taşımıyor. Hemen hiçbiri tabanın kendiliğinden tırmandırdığı taleplerden doğmuş değil. Baroları hizaya sokun, sosyal medyayı kapatın, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırın hatta Ayasofya’yı açın diye kapılara dayanan, kabaran bir taban baskısı oluşmadığını herkes biliyor. Bu mevzuları gündeme getirecek anlamlı gerekçeler hatta kuvvetli vesileler bulmak bile son derece zor. Baroların mevcut hali nedir? İstanbul Sözleşmesi’nde ne yazar? Youtube temsilcisi ne için lazım? Hatta bir yıl önce gündeme getirilmesi “tuzak sayılan” Ayasofya’yı niye şimdi açmak gerekiyor? Bunlar kimsenin, iktidar tabanının da pek umurunda değil aslında. Aksine hemen her başlıkta iktidarın özel ihtiyaçlarının çok daha belirleyici olduğu herkesin -iktidar seçmeninin de- malumu.
Daha önce ekonomik kriz meselesinde ve sistem tartışmalarında iktidarın kendi seçmeniyle kurduğu ilişkinin yapısal bozulma alametleri gösterdiğine değinmiştim. İktidarın ekonomik krizi yok sayma yaklaşımının güçlü bir baş etme yöntemi olmakla birlikte, tabanın “dertlerimizle ilgi iyice kesildi” algısını pekiştirdiği ortada. Ağır işsizlikle baş başa bırakılan gençlerin bu konuda daha yüksek bir tepki duyduğunu izliyoruz. Başkanlık rejimi zorlaması ve devamında ortaya çıkan “beka söylemi” de, iktidarın kendi dar meselelerini fazla dayattığı fikrini besliyor. İktidarın savunma stratejisine abandığı son 7-8 yılda, “birlikte kaybetme şantajı” desteğinde tabanından sürekli talepte bulunduğu bir ilişki öne çıktı. İktidar tabanı, sadece desteği eksiltmeden tamam etmekle değil, bunu mümkün kılacak heyecanı üretmekle de yükümlü. Gürültücü çelik çekirdeğinin öncülüğü ve ağır tahakkümü altında pek de ikna edici olmayan heyecanlar ve öfkelerin peşinden gitmeye, sanki çok önemsiyormuş gibi yapmaya mecbur bırakılıyor. Bu yüzden şimdi üretilen veya köpürtülen gündem başlıkları da muhalefetin –ötekilerin- alanlarını nefes alınmaz biçimde daraltmak yanında, iktidar destekçileri açısından da sıkıntı verici bir ablukaya dönüşüyor.
Erdoğan sosyal medyaya ilişkin rahatsızlığını ve düzenlemelerin gereğini anlatırken “Türkiye’ye yakışmıyor” gibi garip bir ölçü kullanmayı tercih etti. Sosyal medya ile ilgili rahatsızlıkları özetlemek için, “kendi memleket tasavvuru ile uyumsuzluğu” işaret etmiş oldu. Barolara ilişkin düzenlemenin vesilesi yapılan gerilimi ateşleyen LGBT tartışmasında da, Diyanet İşleri Başkanı’nı aşan bir sınıra doğru ilerledi: İmzalanmış uluslararası sözleşmelere, buna dayanarak çıkartılmış yasalara ve halen geçerli olan Anayasanın bağlayıcı hükümlerine aykırı biçimde, “dini referanlara” yaslanarak toplumun bir kesimini “sapıklıkla suçlamak” ve hatta herkesi onlara karşı göreve çağırmaktan kaçınmadı. (Bu konuda hukuki referansların yerine teokratik aklın nasıl geçtiğini anlatan Ali Topuz yazısını da şuraya bırakayım) Tartışmaya konu edilen İstanbul Sözleşmesi için de “halkımız istiyorsa kaldırın” talimatı verdi. Numan Kurtulmuş, “kaldırabiliriz" dedi. Ayasofya hatta kıdem tazminatı meselesinde de “halkın isteği”, “sosyal taraflara kabul ettirilme” gibi kriterler gündeme getirildi. Bütün bu meselelerde iktidar kendi tabanından sadece atacağı adımlara yeterli desteği sağlamasını istemiyor, aynı zamanda bu adımlar için (çok istiyormuş gibi yaparak) gerekçe yaratmasını bekliyor. Tıpkı hem salgından kendini korumak hem de iktidarı alkışlamak zorunda olmak gibi.
Dünyada ve Türkiye’de bugünü anlamak açısından ilham verici pencereler açabilecek önemli bir kitap yayınlandı: Ernst Fraenkel, İkili Devlet, Diktatörlük Teorisine Bir Katkı. Tanıl Bora çevirisiyle İletişim Yayınları’ndan bu yıl çıkan kitap hakkında Murat Sevinç, iki haftadır (gelecek haftayla üç olacak) Gazete Duvar’da yazıyor. Kitapla ilgili etraflıca bir başka yazı da Serdar Tekin imzasını taşıyor. Fraenkel, toplumsal düzen için gerekli görülen “norm devleti” ile tamamen keyfi siyasi kararlarla biçimlenen “önlem devleti”nin eş zamanlı varlığını 30’lar Almanya’sına bakarak anlatıyor. Bugüne “beka derdi” diye uyarlayabileceğimiz “önlem devleti” yaklaşımının siyasal alanın ve hukukun sınırlarını nasıl çizdiğini, bekaya yaslanan otoritenin sınırsızlığını gösteriyor. Son günlerde yaşanan pek çok keyfiliği ve fütursuzluğu ikili devlet anlayışıyla benzeştiren yazılar ve göndermeler ağırlıklı kitabın ilk bölümüne referans veriyor. Ancak kitabın “ikili devletin” fikri zeminine değinen ikinci bölümündeki “milli cemaatin somut düzeni” anlayışı da önemli ip uçları veriyor.
Herkesin eşit olabildiği doğal hukukun karşısına yerleştirilen “milli cemaatin somut düzeni”, yerli-milli kriterlere uygun, “memlekete yakışır” ve referans alınan ölçütleri kabul etmiş toplum mensuplarınca üretiliyor, üretilmek zorunda ya da üretilmesi bekleniyor. Sorumluluk ve sorumsuzluk sınırlarına siyasi otorite karar veriyor ve bunun iki taraflı olması mümkün değil. Adalet (norm) milli cemaat ve onun cisimleşmiş otoritesi için var ve diğerleri buna katılma biçim ve yeterliliklerine göre muamele görüyor. Bu düzeni onaylamayanın hukukta (ya da aslında bütün alanlarda) yeri olamıyor. Hukuk veya kural, -vatandaşların tamamından oluşmayan- “milletin” faydasına olandır (veya yakışandır). Önlem devletiyle çelişkiye düşenin norm devletine sığınma imkanı da olmaz. Milli cemaatin, bu düzene uymak dışında bu düzenin gerekleri ve sınırları konusunda bitmeyen gerekçe ve heyecan üretmesi de bir vazifedir. Bütün yaşananlara ve kalabalık gündem başlıklarına bu pencereden bakıp, hangi siyasi ve hukuki akla daha akraba olduğu düşünülünce, dalgaların nereye götüreceğinden çok nereden geldikleri daha önemli gibi görünüyor.