YAZARLAR

Şehir Üniversitesi, Barış Akademisyenleri ve taktik sessizlikler

Geçtiğimiz hafta, birkaç ay önce kayyum atanan Şehir Üniversitesi’nin faaliyetleri, kısacık bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile durduruldu. Ahmet Davutoğlu’nun mütevelli heyeti başkanlığında kurulan bu üniversitenin onca çalışanı, personeli, öğrencisinin bir suçu yoktu kuşkusuz. Tıpkı OHAL zamanında KHK ile kapatılan 15 üniversitenin öğrencilerinin, KHK’lı damgası yedikleri için bir daha başka bir üniversitede iş bulamayan akademik, idari personelinin olduğu gibi.

Duygu dolu bir iktidarca yönetildiğimiz kesin. Nitekim Cumhurbaşkanı, seçim meydanlarında sık sık bu millete ve bu ülkeye duyduğu aşktan, sevdadan söz eder. Ancak son günlerde, iktidarın icraatları daha çok kin ve intikam duygusuyla şekilleniyor gibi. Yüksek sesle “bunu öyle yanına bırakmam” diye bağırıyor birileri adeta. Ardından mesela mecliste baroları parçalama düzenlemesi görüşülmeye başlıyor; sosyal medyayı tümüyle kapatmanın yolları aranıyor; gençler “dislayklayan dislayklanır” diye tehdit ediliyor; televizyon ekranları karartılıyor; kadınların nice mücadelelerle, yaşam haklarını ve can güvenliklerini sağlamak adına zar zor elde ettikleri kazanımlar geri alınmaya çalışılıyor; LGBTİ+’lar hedef alınıyor; gazeteciler tutuklanıyor; insan hakları savunucuları yargılanıyor, cezalandırılıyor…. Bir de kişisel hesaplaşmalar var tabii yanına bırakılmayacak işler arasında. Şehir Üniversitesi de böylece kapatılıyor.

Geçtiğimiz hafta, birkaç ay önce kayyum atanan Şehir Üniversitesi’nin faaliyetleri, kısacık bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile durduruldu. Ahmet Davutoğlu’nun mütevelli heyeti başkanlığında kurulan bu üniversitenin onca çalışanı, personeli, öğrencisinin bir suçu yoktu kuşkusuz. Tıpkı OHAL zamanında KHK ile kapatılan 15 üniversitenin öğrencilerinin, KHK’lı damgası yedikleri için bir daha başka bir üniversitede iş bulamayan akademik, idari personelinin olduğu gibi. Ama yine de ortada büyük bir suç vardı; Davutoğlu yapmaması gerekeni yapmış, kendisine bir lütufmuşçasına bahşedilen başbakanlık makamının hakkını itaatle verme yönündeki tüm çabalarına rağmen ihtiraslarının kurbanı olmuş, bir gün gerçekten bir başbakan gibi davranabileceği hayaline kapılmıştı. Neyse ki bu rüya kısa sürdü. Uyandığında artık ne başbakandı ne de partisindeki ayrıcalıklı yerini koruyordu. Hatta adı sanı unutulmaya yüz tutmuş eski bir başbakan olmak yolunda epeyce mesafe almıştı ki, bundan yaklaşık bir yıl önce sayfalar tutan bir manifesto kaleme alarak kazan kaldırdı; bununla da yetinmeyip gitti yeni bir parti kurdu. Yola koyulduğunda bunun ne gibi sonuçlar doğurabileceğini tahmin etmiş olmalıydı; ancak bugün söylediklerinden anlaşılıyor ki kendisine yönelen intikam oklarının denize nazır kampüsü, yedi fakültesi, üç enstitüsü ve bir meslek yüksek okuluyla, binlerce öğrencisi ve yetkin akademik kadrosuyla koca bir üniversiteyi yerle bir edebileceğini tahmin etmemişti. Şimdi haklı sitemini şu sözlerle dile getiriyordu:

“Şehir Üniversitesi konusunda beni asıl üzen şahsen tanıdığım YÖK üyeleri, akademisyenler, milletvekilleri ve STK temsilcilerinin bilge lider Aliya’nın yakındığı taktik sessizliği tercih etmeleridir. Şehir Üniversitesi'nin kapanması karşısında vicdanları harekete geçer diye düşündüğümüz dostlarımızın sükûtu, kibirle ve kinle bu üniversiteyi kapatanlar kadar, belki daha fazla bizi üzmüştür. Bu sükût edenler zannediyorlar ki bir müddet sonra bu fırtına geçer ve onlar da kaldıkları yerden medeniyet hikmet irfan bilgi özgürlükler diye ahkam kesmeye devam ederler. Bu dostlarımız unutmasınlar: Siyasette taktik adımlar belli ölçüde mazur görülebilir, ama ilim hayatında asla!” Davutoğlu, sözlerini mevki, makam, statü gibi taktik kazanımlar için şimdi susanların hafızası son derece kuvvetli olan tarih nezdinde mahkûm edileceklerini ekleyerek bitiriyordu.

Bu sözler, 2016 yılının Ocak ayında Barış Bildirisi’ni yayınlamalarının hemen ardından Cumhurbaşkanı tarafından hedef gösterilen, hakarete uğrayan, kovuşturma ve soruşturmalara maruz kalan, yargılanan, tutuklanan, büyük kısmı üniversitelerden ihraç edilen ve nihayetinde Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü kararının ardından beraat eden Barış Akademisyenleri'ni, bildirinin yayınlandığı günlerde “terör örgütünün arkasında hizalanmakla” suçlayan birinin ağzından çıkmış olmasaydı, kuşkusuz inandırıcılığı daha yüksek olurdu. O günlerde, Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararın tersine bir kanaati olan Davutoğlu, bildirinin ifade özgürlüğü olarak değerlendirilemeyeceğini ve bundan hicap duyduğunu açıklıyordu. Gerçi sonradan bu söylediklerinin tam tersini iddia etti, Erdoğan’la Barış Akademisyenleri konusunda ters düştüğünü, kendisinin bildirinin fikir özgürlüğü olduğunu savunduğunu ileri sürdü. Ancak söylediği gibi, tarihin hafızası son derece kuvvetliydi; ağzından dökülen sözler gazete sayfalarına kaydolmuştu bir kere.

Şimdi ister istemez, o günlerde Davutoğlu, açık açık bu bildirinin sert eleştiri içermesine rağmen ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu, akademik özgürlüklerin ancak eleştirel bilginin rahatça dolaşıma sokulabilmesiyle mümkün olabileceğini dile getirmiş olsaydı ne olurdu diye düşünüyor insan. O zaman başbakandan cesaretle kim bilir, medeni geçinen ve birkaç uluslararası yayını da bulunan bazı rektörler, Cumhurbaşkanı ile yeniden atanabilmek adına yaptıkları görüşmelerde önlerine sürülen dosyalardaki Barış Akademisyenleri'nden kaçını feda edeceklerinin pazarlığına oturmazdan önce “bildiriyi imzalamak meslektaşlarımızın ifade özgürlüğü kapsamındadır” diyebilirlerdi. En azından bazı meslektaşlar, Davutoğlu’nun şimdiki haklı siteminde değindiği gibi “mevki, makam, statü gibi taktik kazanımlar için” susmak yerine herkesin bildiği bu evrensel ilkeyi dile getirme cesaretini bulabilirlerdi. Belki 2016 yılının o Ocak ayında, şimdi Şehir Üniversitesi’nin başına gelenlere sessiz kalan meslektaşlarına gönül koyan Başbakan kendisinin de ancak özgür düşünceden beslenerek bilim üretebilecek bir akademisyen olduğunu hatırlayabilseydi, bugün üniversiteler içinde bulundukları aynı karanlık çukurda olmayabilirdi. Hocalar ders anlatmaktan, öğrenciler sıra arkadaşlarından korkar hale gelmez; bir konuda görüşünü söyleyecek ya da bir karar itiraz edecek olursa başına aynı şeylerin gelebileceğinden korkmaz, çalışılması sakıncalı konular listesi çarşaf çarşaf kabarmaz (1), üniversiteler ve akademik kadrolar tek bir makalesi bile olmadığı halde profesör ve dahi rektör olabilen isimlerin insafına bırakılmazdı. Öyle olmadı tabii. Evveliyatı da var mutlaka, Türkiye’de üniversite hiçbir zaman özgür düşünce için dikensiz gül bahçesi olmadı. Ancak 2016 yılının Ocak ayı, üniversite adına, üniversiter düşünce adına elde kalan son kırıntıların elbirliğiyle yok edilmesinde kritik bir dönüm noktasıydı. Davutoğlu’nun Aliya İzzetbegoviç’e atıfla söylediği “taktik sessizlik” bugün Şehir Üniversitesi’nin bir gece ansızın kapatıldığı yerden bitmedi.

O taktik sessizliğin ardında yalnızca küçük hesaplar değil, aynı zamanda apaçık “korku” da vardı. Korku, 406 Barış Akademisyeni peyderpey gece yarısı KHK’larıyla ihraç edilirken bir kanser gibi sarmıştı üniversitelerin kampüslerini, fakültelerin koridorlarını. İhraç edilip pasaportuna el konulduğu için yurt dışında tedavi görme hakkı elinden alınan ve nihayetinde öngördüğü gibi kendine biçilen 39 aylık ömrünü tamamlayan Profesör Haluk Savaş’ın bedenini yavaş yavaş saran kanser gibiydi o da. Sadece barış imzacısı olduğu için sözleşmesi yenilenmeyen ve başka hiçbir üniversitede iş bulamayan Mehmet Fatih Traş yaşamına son verdiğinde, odalarında sessizce oturanların nereden hangi kadroyu alacaklarına dair yaptıkları hesaplar değildi sadece. İşlerini, geçim kaynaklarını, itibarlarını aynı şekilde, yoktan bir sebeple kaybedebilecek olmalarıydı. Bugünlere böyle gelindi. Davutoğlu’nun güvendiği tarihin hafızası bunu böyle yazacak.

Şimdilerde muhalif geçinen kimi gazetelerin sayfalarında yer alan OHAL komisyonu güzellemelerine bakacak olursak, OHAL komisyonu son derece başarılı biçimde önüne konulan 126 bin dosyanın 108 binini incelemeyi tamamlamış durumda. Üstelik cumartesi günü gazeteler, yanıltıcı biçimde, komisyon kararıyla 12 bin 200 KHK’lı göreve döneceğini yazıyordu. Komisyonun görevde olduğu iki buçuk yıl boyunca göreve iadesi yapılan toplam kişi sayısını, sanki yeni bir gelişmeymiş ve bunlar göreve yeni başlayacaklarmış gibi, komisyonun başarı hanesine yazmak için olsa gerek, Sözcü Gazetesi’nden Saygı Öztürk’ün haberi birçok gazetede aynı başlıkla yer buldu. Gelelim gerçekte ne olup bittiğine. Bugüne kadar, ihraç edilen ve tümü beraat eden 406 Barış Akademisyeninden göreve iade edildiği bilinen tek bir kişi yok. Buna dair iki buçuk yıldır çalışan ve 2020 yılının sonuna kadar görev süresi devam eden OHAL Komisyonu’nda görüşülmüş, olumlu ya da olumsuz sonuçlandırılmış tek bir bilinen dosya yok. İlk zamanlarda KHK’ların yayınlanış tarihine göre dosyaların değerlendirilmeye alınacağını söyleyen komisyonun, 1 Eylül 2016’dan 8 Temmuz 2018’e kadar yayınlanan KHK’larla ihraç edilen ve tümü beraat eden Barış Akademisyenlerinin dosyalarını görüşmeyi bir sebeple ertelediği, en sona bıraktığı anlaşılıyor. Nedenini anlamak çok da zor değil. Ne de olsa duygu dolu bir siyaset dünyasında yaşıyoruz. Akıl ve hukukla değil, kin, intikam ve korku duygularıyla yönetiliyoruz.

1- Bkz. OHAL Döneminde Türkiye’de Akademik Özgürlükler Araştırması, İnan Özdemir Taştan, Aydın Ördek, İnsan Hakları Okulu, 2019


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.