Empati ve biyopolitika
Matemini bir kuşağın hatırlarını yazarak sağaltan Mary Wollstonecraft Shelley doğa ve kültüre empatiyle yaklaşmanın önemini hatırlatır okura. İnsanı doğadan ayırt eden ve kültürün temelini oluşturan empati, bir başkasını anlayabilme yeteneği de doğanın bir ürünü değil midir? Empati yaşamı korumak, yaşatmak değil midir?
“Ayrıca bir kitap yazacağım, ‘Kimin okuması için?’ diye haykırdım, kime ithaf edilecek? Sonra aptalca bir gösterişle şunu yazdım (umutsuzluk kadar nazlı ve çocuksu ne vardır): Şanlı ölülere ithaf. Gölgeler, kalkın ve düşüşünüzü okuyun! İşte karşınızda son adamın hikayesi” (1)
2100’de Roma’da hayatta kalan son insan Lionel Verney asla okuru olmayacak anılarına böyle başlar. Verney, Mary Shelley’nin Son Adam romanının anlatıcı karakteridir. Eser gerçek kişileri konu alan bir kurgu, bir anahtarlı romandır (roman à clef). Kuşağının son temsilcisi olan Shelley, kaybettiği çocuklarını, eşi Percy Bysshe’i, üvey kız kardeşi Claire Clairmont’u ve arkadaşları Lord Byron’ı romanda anarak hem matemini dile getirir hem de çevresinin siyasi fikirleriyle ve kişilikleriyle hesaplaşır.
EDİTÖR OLARAK YAZAR
Romanın giriş bölümü Aralık 1818’de yazarın bir dostuyla Napoli Körfezi'ndeki antik Baiae kenti harabelerinde yaptığı bir gezintiyle açılır. Gezi esnasında iki arkadaş rehberlerinin girmek istemediği bir mağara keşfederler. Bu mağara Cumae’deki Apollon tapınağının kehanetleriyle ünlü rahibesi Sibylla’ya aittir. İki yoldaş mağarada, üzerinde eski Kaldea ve Mısır hiyeroglifleri, modern İngilizce ve İtalyanca yazılar olan bazı sayfalar bulurlar ve bunları çevirmeye başlarlar. Napoléon’un Mısır seferinde keşfedilen ve hiyeroglif, demotik ve antik Yunanca dillerinde yazılmış olan Rosetta (Reşid) Taşı’na atıf yapan bu kalıntı, yazarı bir çevirmen ve editör olarak konumlandırır. Böylece Shelley’nin eseri hem anahtarlı roman türünün sınırlarını aşar hem de 18'inci yüzyıl edebiyatının (Swift, McKenzie, Walpole) “keşfedilen el yazması” aracını günceller. Yazar (author) ve otorite (authority) birbirinden ayrışarak otorite 19'uncu yüzyıl tarih yazımında hakim olan kaynak eleştirisine ve filolojik uzmanlığa dayanır. Yazar kaynağı çeviren ve derleyen olarak bunun doğruluğuna dair bir iddia öne sürmez, tersine derleyen olarak kendisinin çeviri ve yorum yeteneğinin sınırlarının olduğunu daha baştan okura ilan eder. Sibylla’nın yaprakları ilahi bir kehanet değil, tarihi bir kalıntı olarak aktarılır. Dolayısıyla eserin anlam kazanmasında okur da en az yazar kadar sorumluluk taşır. Shelley çerçeve anlatının anlamını sabitlemekten çekinerek okurun anlam oluşturmadaki rolünü vurgular. (2)
TARİHİ KALINTI, ŞİMDİ VE GELECEK
“Forumda yalnızdım; Roma’da yalnızdım; dünyada yalnızdım”
Giriş bölümünde okurun önünde dört farklı zamansal düzlem açılır: Aralık 1818 (gerçekten Mary’nin eşi Percy Bysshe’le beraber Baiae’yi gezdiği tarih), Sibylla’nın Cumae’de kehanetini yazdığı antik tarih, kehanetin yazıldığı 2100 senesi ve elbette okurun eseri okuduğu tarihsel an. Bu tarihsel perspektif harabe gezen bir insanın bir perspektifidir. Roman boyunca Shelley okuru vebanın boşalttığı kentlerdeki ot bitmiş sokaklarda binaların ve sanat eserlerinin arasında gezdirir.
Alain de Botton Statü Endişesi adlı kitabında 18'inci yüzyıl sonu, 19'uncu yüzyıl başında sanatçıların içinde yaşadıkları medeniyetin gelecekteki çöküşü üzerine düşünmekten aldıkları zevkten bahseder. Fransız ressam Hubert Robert’in (1733-1808) Louvre’un Büyük Galerisinin Hayali Manzarası (1796) ve İngiliz ressam Joseph Gandy’nin (1771-1843) İngiliz Merkez Bankası’nın Rotundası Manzarası (1798) bu yönelimi görsel olarak kayda geçer. Ortaçağ’dan bu yana hakim olan bir memento mori (öleceğini hatırla), yani ölümün kaçınılmazlığı, temasından farklı bir tavırdır bu. Mesele bireyin değil, medeniyetin ve toplumun ölümlülüğüdür. 1720 Marsilya vebasına ilişkin önceki bir yazımda vebanın Aydınlanma tahayyülünde sivil toplumun ölümü olarak tasavvur edildiğine ve tıp kuramında vebanın insandan insana bulaşıcılığının reddedildiğine değinmiştim. 18'inci yüzyılın sonunda gelindiğinde Fransız Devrimi sonrasında devrime ilham veren antik Yunan ve Roma medeniyetinin çöküşü hakim temaya dönüşüyor. Düşünce ve sanat tarihinde tarihselciliğin, tecrübe edilen anın tarihselliği düşüncesinin, ortaya çıkışından bahsediyoruz.
KÜLTÜR VE MELANKOLİ
“Beklentim ne kadar zayıfsa o kadar çok bu beklenti üzerine bina etmeyi ve davranışlarımı bu belirsiz ihtimale uydurmayı tercih ettim”
Shelley harabe gezmenin estetik zevkini ayrıntılı olarak Forli’de tarif eder: Son insan Verney, kendi türünün geçmişte yaşadığı mekanları evleri gezerken duyduğu keyfi şöyle tanımlar: “Benim gibi bunlar da her zaman bir harabe değilmiş”. Bu zevk devrimin yenilgisi sonrasında devrimci kuşağın ve çocukları, eşi ve dostlarının ölümünden sonra Shelley’nin melankolisine denk düşer. Büyük eserlere imza atmış bir kuşağın son temsilcisi olan Shelley de bir harabedir. Harabeler insanlığın geçmiş büyüklüğünün de tanıklığıdır. Verney harabelerin gelecekte tekrardan dünyada çoğalacak insanlığa kendisinin son temsilcisi olduğu kayıp kuşağın güçlerini sergileyeceğini hayal eder. Aslında şu anda okumakta olduğunuz yazı da bu harabelerde bir gezinti değil midir?
Peter Melville’e göre bu estetik tavır melankoliyi sağaltıcı bir biçimde değerlendirir: Yıkımın ortasındaki yapayalnız kalmış Lionel umutsuzluğunu, zihnin bu hastalığını, bir antikora dönüştürür. “Ümitli ümitsizlik” hayatın insan türünün sonrasında da dünyada devam edeceği bilgisine rağmen yaşama devam etmeyi sağlar. (3) Kuşkusuz, iklim krizi, salgın, ekonomik ve siyasi kriz içinde yaşamını sürdürmeye çalışan toplumlarda bu tavrın belli bir çekiciliği vardır. Kendi çöküşünü, dolayısıyla kendi tarihselliğini, düşünmekten ölesiye korkan bir tavrın geçmiş zamanların büyüklüğüne övgüler düzen hikayeciliği değildir bu. Harabeleri betonla, alçıyla, sıvayla tekrardan inşa eden hamasi bir üslup şuursuzluğu değildir. Harabeyi olduğu gibi muhafaza ederken tarihin izlerini silmek bir yana, ortaya çıkartarak insanın hayal gücünü kışkırtan bir tavırdır. Her türlü çabasına rağmen kültürel üstünlük elde edememekten yakınan ve bunu fark ettikçe hırçınlaşan hamasi tarih yazımından farklı olarak her dönem güncelliğini koruması bu yüzdendir.
DOĞA VE MELANKOLİ
Doğa harabe estetiğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Nitekim harabe doğa güçlerinin insan kültürü üzerindeki etkisiyle ortaya çıkar. Başka bir deyişle, kültür ve doğa arasındaki diyalektiğin bir ürünüdür harabe. Bu bağlamda doğal hayat Shelley’de hem sağaltan hem de kıskanılan bir manzara olarak karşımıza çıkar. Çeşitli doğa olayları eşliğinde ortaya çıkan veba insanları öldürürken bitki ve hayvanlara dokunmamaktadır. İngiltere’deki favori ormanlarından birine veda ederken Verney melankoli hisseder ve manzarayı hafızasına işlemeye başlar. O esnada donmuş dallardan buz tutmuş derenin üstüne bir kızılgerdan kuşu düşer. Gözleri yarı açıktır ve ağır nefes almaktadır. Ölmek üzere olan kuş havada bir şahinin belirmesiyle bütün gücünü toplayarak tekrar ayaklanmaya çalışır. Kuşu yerden alıp göğsüne yerleştiren Verney onu ufak bisküvi parçalarıyla besler ve hayata döndükçe kuşun kalbinin kendi kalbine karşı atışını hisseder. Yıllar sonra Roma’da anılarını kaleme alırken şöyle yazar: “Bu önemsiz hadiseyi neden ayrıntılı olarak anlattığımı bilmiyorum – ama bu sahne hâlâ gözlerimin önünde”. (4) Bu bilmece aslında okura yöneltilmiş bir sorudur.
Kendi çocuklarını iyileştirememiş Verney bu ufak kuşu ölümden kurtarmıştır. Yaşamın doğada devam etmesine ilişkin karışık duygular içerisindedir: “Ben keder içinde yaşarken doğada neşe içinde yaşayan diğer türlere bela okumayacak mıyım?” (5) Matem içindeki Mary Shelley’nin yaşama tutunma gayretini okuruz bu satırlarda. İnsanlık bilinciyle bu kıskanç tavrı reddeder. Kalbini doğanın neşesine empati duymak için eğitecektir: “Siz doğanın seçilmiş masumları, ben sizin gibi değilim. Sizinle aynı yasalara tabiyim ama bir yetenek veya zaafım var ki o beni bedbaht, size mutlu kılıyor.” Doğa içinde insanlığını -empati yani anlayış yeteneğini- belleyen Verney böylece vahşi doğada yaşamamaya, Roma’ya gitmeye karar verir. Roma harabeleri onu yatıştıracaktır. Böylece beklenmedik bir yoldaş edinecektir: Forum’da hâlâ insanların onu eğittiği gibi koyun güden bir köpek. Köpek son yolculuğunda da insanı yalnız bırakmaz.
Matemini bir kuşağın hatırlarını yazarak sağaltan Mary Wollstonecraft Shelley doğa ve kültüre empatiyle yaklaşmanın önemini hatırlatır okura. İnsanı doğadan ayırt eden ve kültürün temelini oluşturan empati, bir başkasını anlayabilme yeteneği de doğanın bir ürünü değil midir? Empati yaşamı korumak, yaşatmak değil midir? Böylece tüm acılarına rağmen yaşamı olumlayan Shelley doğayla kültür arasındaki kapıyı aralayan anahtarı sunar bize. Kanımca devrimin hayal kırıklığıyla muhafazakarlığa savrulan Romantiklerden onu ayıran en önemli özellik de budur ve Foucault’nun tanımladığından çok farklı bir biyopolitikadır.
(1) Mary Wollstonecraft Shelley, The Last Man, Anne McWhir (Ed), Oxford, Oxford University Press, 1996, s.364. Eser Belkıs Korkmaz’ın çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılmış: Mary Shelley, Son İnsan, İstanbul, Can Yayınları, 2013.
(2) Samantha Webb, “Reading the End of the World: The Last Man, History, and the Agency of Romantic Authorship”, Mary Shelley in Her Times, Betty T. Bennett ve Stuart Curran (Der), Baltimore, Johns Hopkins University Press, ss.119-133.
(3) Peter Melville, “The Problem of Immunity in The Last Man”, Studies in English Literature 1500-1900, Cilt 47, Sayı 4, Güz 2007, s.841.
(4) Wollstonecraft Shelley, The Last Man, s.243.
(5) Wollstonecraft Shelley, The Last Man, s.359.