Bir ülkenin hıçkırığı: Kerime Nadir
Erkekler dünyasında ayakta kalmaya çalışan birçok kadına benzer şekilde Nadir de, dedikodu malzemesi olmaktan, adının çıkmasından korkar. Kendisini bir cendereye sokar ve bunu bir erdem olarak meşrulaştırır. Tutkuyla bağlı olduğu yazı hayatından, okurlarının ilgisinden uzak kalmamak için eserlerinde tasvir ettiği aşk ve arzu dolu dünyanın dışında yaşar.
Adınız bir Yeşilçam filminden ilhamla konulmuşsa ailenizin romantik ve filmkolik bir üyesi var demektir. Bizim ailedeki romantik ablamdı. Ve bir telgrafla doğumumdan haberdar olan dedemin, aynı gün başka bir telgrafla empoze ettiği telaffuzu zor, anlamı müphem eski zaman isminin, Laika’nın yanına, Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in başrollerinde oynadıkları, bir Kerime Nadir romanından uyarlanmış filmden etkilenerek Funda’yı ekletmeyi başarabilmişti. Yeşilçam’ın alışıldık anlatı kalıplarıyla çekilmiş filmde bir erkek çocuk olan talihsiz Funda’yı Ömercik canlandırıyordu. Bugünden bakınca şaşırtıcı gelen bu durum, Funda kelimesinin (kelimeler nasıl cinsiyet kazanır, tartışmasına girmeden söylüyorum) cinsiyetsizliğini hesaba katınca çok da absürt değil. Benim kuşağımdan birçok kız çocuğuna, muhtemeldir ki filmden etkilenilerek bu ismin verilmesiyle, pek muteber sayılmayan fakat göz okşayıcı ve zahmetsiz bir çalı türü olan Funda’yı isimbirliğiyle cinsiyetlendirmiş olduk maalesef.
Funda filme çekilmeden önce Hakikat gazetesinde tefrika edilen bir Kerime Nadir romanıdır. Ondan önce aynı gazetede tefrika edilen Hıçkırık, yazarı ününün doruğuna taşımış ve bundan sonra kaleme aldığı hemen hemen her roman prodüktörler tarafından kapışılmıştır. Bir önceki yazıda giriş yapmaya çalıştığım tefrika kültürünün Cumhuriyet dönemindeki önemli temsilcilerinden olan Kerime Nadir, 1958’de yayımladığı Romancının Dünyası’nda çocukluğunu, büyüdüğü evi, aile çevresini, bir kadın yazar olarak Babıali’de yaşadıklarını ve bir senarist olarak Yeşilçam’ın altın çağında, sektörün güçlü isimleriyle, yıldızlarla, yapımcılar ve senaristlerle ilişkilerini, daha doğrusu sürtüşmelerini anlatıyor.
YAZMAYA HEVESLİ GENÇ BİR KADIN
Romancının Dünyası, 1937’de Nadir’in çiçeği burnunda ve heyecanlı bir genç yazar olarak hüsnükabul gördüğü, yegâne dostlarını edindiği Servetifünun-Uyanış dergisindeki yazarlar toplantısına gidişiyle açılır. Güzel ve sosyal ilişkilerde başarılı küçük kardeşinin gölgesinde, kitaplara, yazıya ve resme sığınarak yetişen genç Kerime için “babasının kızı” diyebiliriz. İçine kapanıklığı, yer yer özgüvensizliğe varan, hatta sosyal fobi geliştirmesine yol açan çekingenliği onu görmüş geçirmiş ve varsıl ailesine daha bir yaklaştırır. Babası hayattayken, girmesine gönlünün zorlukla razı olduğu bu dünyada kızına bir tür menajerlik, yaşam koçluğu yapar. Kurtlar sofrası olan yayıncılık piyasasında, kurt erkek yazarlarla, yayıncılarla, gazetecilerle rekabet edebilmesi, zaten benzeri erkek yazarlardan daha düşük ödenen telif ücretlerini zamanında ve eksiksiz alabilmesi, sataşmalardan, tacizlerden korunabilmesi için hep yanında duran akıl hocasıdır.
Belki ailesinin, özellikle de babasının kanatları altında korunaklı yaşamasından, belki de muhafazakar yapısı, karakteri ve insan ilişkilerindeki tutukluğundan dolayı en popüler olduğu dönemde bile, devrinin erkek ve bazı kadın yazarları gibi bohem ve maceralı bir yaşam sürmez Nadir. Kötü alışkanlıklar olarak gördüğü gece hayatı, içki sofraları, gelgeç ilişkiler, hatta aşk ve tutku romanlarının aranan yazarı olduğu halde şıpsevdilik ona göre değildir. Kerime Nadir, “aile terbiyesi”nin vücut bulmuş halidir. Benzer türde eser veren birçok erkek yazar gibi aşk ve cinselliği hayatının merkezine koymaz, etrafında genç hayranlar pervane olmaz. Birçok kadın yazarın tecrübe ettiği gibi, kendisine hayranlık duyan erkekler ona musallat olur, başına bela açar, onda korku ve tedirginlik yaratırlar. Erkekler dünyasında ayakta kalmaya çalışan birçok kadına benzer şekilde Nadir de, dedikodu malzemesi olmaktan, adının çıkmasından korkar. Kendisini bir cendereye sokar ve bunu bir erdem olarak meşrulaştırır. Tutkuyla bağlı olduğu yazı hayatından, okurlarının ilgisinden uzak kalmamak için eserlerinde tasvir ettiği aşk ve arzu dolu dünyanın dışında yaşar. Buna rağmen romanlarında var olduğu iddia edilen ahlaki zayıflıklar nedeniyle eleştirilir. Statükocu yaklaşımı ve muhafazakarlığı politik tavrına da yansıdığından, kendisini beğendirmek onay görmek istediği sağ-muhafazakar kesimden yönelen eleştiriler onu kahreder. Bunlardan biri Adile Ayda’nın, Kahkaha adlı tefrikada genç bir kıza sabahlık giydirdiği ve yabancı bir erkekle bir odada yalnız tasvir ettiği için yaptığı eleştiridir. Derin üzüntüsüne rağmen, Ayda ile tanışıp yaptığı işi mazur göstermenin yolunu arar.
Erkeklerin hakimiyetindeki bir akademik, kültürel ve sanatsal ortamda açık vermeden yaşamanın gerekliliğine inanan ve bunun yarattığı konfora sığınan Azra Erhat’ın kendisine beladan başka bir şey getirmediği için esefle andığı eski eşi gibi Kerime Nadir’in de önceleri kapıları aşındırırken sonradan kendisini bir lütuf gibi sunup, yazarı tahakküm altına almaya çalışan belalı bir eski nişanlısı vardır. Erhat gibi Nadir de, bu belalı adamdan şöyle bir bahsedip geçer. Anne ve babasını kaybettikten, kız kardeşini evlendirdikten sonra daha da koyulaşan yalnızlığı Kerime Nadir’in dönemin moda tabiriyle ispiritizmaya ilgi duymasına bile sebep olur. Hastalıklara şifa bulmak, korkuları gidermek, kem gözlerden sakınmak için uhrevi dünyadan medet umar. Parasal sıkıntılar, hastalıklar ve gönül kırıklıklarıyla geçirdiği son yıllarında onu ayakta tutan budur.
TEFRİKALARIN KÜSKÜN HANIMEFENDİSİ
Yazarımız bütünüyle masum ve gadre uğramış bir karakter değildir elbette. Romancının Dünyası’nda soğuk denebilecek kadar mesafeli, rahatsız edici derecede ahlakçı, dışlandığı çevrelerden gelen eleştirilere karşı hırçın ve hatta saldırgan, yalnızlığın acılaştırdığı, alıngan bir karakter olarak ortaya çıkar Nadir. Hikayesinin kurucu unsuru eserlerine yönelik kitle ilgisi ile emeğini sömürmeye çalışan yayıncılar/prodüktörler ikiliğidir. Çok okunan tefrikalarını, bunlardan üretilen kitapları ve filmleri anlatırken: “Bu iddiasız eserciklerin nesi vardı böylesine okuyucuyu çeken?” diye sorar kendine. “Benim anladığıma göre, çok sade ve içtenlikle yazılmış olmaları, konuların ince bir romantizmin renklerini taşıması ve üslubun akıcılığı. (…) Konularında genellikle hayatın en kötü ve en çirkin yanlarını sergileyen bugünün ‘gerçekçi roman’ türü, edebiyat alanına daha egemen olmamıştı o zamanlar. Romantizm hâlâ altın çağını sürdürüyordu. Roman anlayışı bugünkünden çok farklıydı. Ama insan kafasıyla olduğu kadar kalbiyle de yaşadığından, katı gerçeklerden bıkar.”
Altmışlar ve yetmişlerde kültür-sanat hayatına damgasını vuran toplumcu gerçekçilik, dava romanları/hikayeleri diyebileceğimiz tür, köy romanları, bunlardan üretilen ve politik mesaj taşıyan filmler, tiyatro oyunları, altın çağını yaşayan Kerime Nadir’in eserlerine tezattırlar. Dönemin politik atmosferinde bu türden romanslar küçümsenir, bunlarda anlatılan hikayeler sol ideoloji nezdinde küçük burjuva duyarlıkları olarak görülür, sağ ideoloji nezdinde de ahlaki zaafları olduğu gerekçesiyle eleştirilirler. Nadir’in bu eleştiriler karşısında ayakta kalabilmesi, hayranlarının çokluğundan, popüler basının ve yapımcıların ilgisinden aldığı güçtür. Anılarından anlıyoruz ki, onyıllar boyunca daha kaleme almadığı eserler bile gazete patronları, yöneticileri tarafından rezerve edilir, tefrika edilen bu hikayeler hemen kitaba, çoğunlukla da hızla filme (dönemin yaygın tabiriyle kordelaya) aktarılır. “Üçkağıtçı” gazete patronları ve prodüktörlerin gazabına uğramaktan, oyuncuların kaprislerinden, sıklıkla dolandırılmaktan kurtulamasa da Nadir, bu ilgiden çok memnundur.
Kerime Nadir’in eserlerinde anlatı kalıbı genelde değişmez. Tutkulu bir aşk, yanlış anlamalar üzerine kurulu gönülsüz bir ayrılık, sevenleri ayırmayı aklına koymuş bir femme fatale, aile sevgisinden yoksun kalmış bir çocuk, merhamet duygusu uyandıracak bir felaket, bol gözyaşı ve çoğunlukla kavuşma… Nadir’in eserlerinden uyarlanan birçok filmde oynamış Kartal Tibet’in istihzalı bir şekilde “yanlış anlayan adam” olarak anılmasına sebep olacak kadar yinelenen ve Yeşilçam’ın altın yıllarına yetişmiş herkesin, bir kenara çekip kulağını bükmek isteyeceği kadar çok dolduruşa gelip kendi hayatını ve başkalarınınkini mahveden erkek anlatısı sunar bize bu hikayeler.
Kerime Nadir, piyasaya kendisi gibi aşk ve ayrılık hikayeleri anlatarak giren bazı kadın yazarlardan farklı olarak hep unutulmaz romansların müellifi olarak sürdürmüştür hayatını. Mesela, onunla yaşıt ve tefrikaların aranan bir başka ismi olan Peride Celal, sosyal ilişkileri, sınıfsal konumu ve entelektüel birikiminin de etkisiyle, edebiyat aleminde isim yaptıktan sonra toplumsal ve politik eleştiri de içeren metinler kaleme almaya başlamıştır. Fakat Nadir’in sosyal, sınıfsal konumu, politik tavrı ve karakteri onu bu tür bir içerik üretmekten uzak tutmuştur. Kitle ilgisini kaybetme riskinin de bu tercihte payı vardır. Aynı çağın insanı olan, yolları muhtemeldir ki, gazete/dergi yazıhanelerinde sık sık kesişmiş olan bu iki kadın, yazın hayatında iki farklı damarı temsil ederler. Fakat her ikisi de tefrikaların bir gazeteyi/dergiyi sattırdığı, tefrika ilanlarıyla bile müstakbel okurların toparlandığı, çok tutulan bir tefrikayı filme çekmek için prodüktörlerin birbirleriyle kıyasıya rekabet ettikleri dönemin en kırılgan tarafıdırlar. Zamanında ödenmeyen telifler, tutulmayan sözler, metinler üzerinde yazarından izinsiz yapılan ekleme-çıkarmalar, tahrifatlar, çalıntılar bu iki kadın yazarın ve başkalarının da anılarında, otobiyografilerinde sıklıkla karşımıza çıkar.
Hıçkırık, Son Beste, Esir Kuş, Samanyolu, Funda ve Son Hıçkırık. Nadir’in en çok bilinen eserlerinden uyarlanan bu filmler, birçok yapımcıya büyük bir gişe hasılatı yaptırıp, birçok yeniyetme oyuncuyu yıldız yaparlarken, bir ülkenin kolektif bilinçaltında da yerlerini almışlardır. “Yüksek sanat/halk sanatı” tartışmaları yapanların bile bir dönem etkisi altında kaldıkları, teselli buldukları bu romanslar için Refik Ahmet Sevengil’in yaptığı şu yorum oldukça isabetli: “Romanlar bizi günlük ve kişisel yaşantımızın dar çerçevesi içinden alıp çıkartır; önümüze hayal aleminin engin ufuklarını açar; bizi başka çevrelere ve başka insanların arasına götürerek oyalar; sanatın tunç kapıları arkasındaki esrarlı hava ve hayatla sarar; düşünce kabiliyetimizi serinletir. İnsanlığın bu türden tesellilere ihtiyacı vardır…” (61)
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI