Özlediğimiz bir Ankaralı: Ulus Baker
Ulus Baker, 12 Temmuz. 2007’de, 47. yaş gününü kutlamaya iki gün kala aramızdan ayrıldı. Beni onunla tanıştıran Tanıl Bora, Ulus’un ardından yazdığı yazıya şu cümleyle başlamıştı: “Ulus Baker hakkında, ‘ardından’ konuşuyor olmanın kederli idrakiyle konuşmak, onun kaybını kabullenmek, ne zor.” Aradan on üç yıl geçti, hâlâ öyle. Ulus, hayatımıza öyle bir dokundu ki, yıllar geçse izi silinmeyecek. Keşke bütün dokunuşlar böyle olsa.
Bundan tam on üç yıl önce bugün, tanıdığım en güzel insanlardan birini kaybettim. Tamamen bir tesadüf sonucu tanıdığım, hızla hayranı olduğum, konuşmalarını ve derslerini kaçırmadığım, nihayetinde yan yana oturduğum, sohbetinden faydalandığım Ulus Baker’den söz ediyorum. Benim için doğru bir zamanda Ankara’daydım ve belli ki doğru yerlerde dolanıyordum. Ulus’la beni Tanıl Bora tanıştırdı ama öncesinde zaten tanımış, yazılarının müptelası olmuştum.
1995 yılında çekilmiş bir fotoğraf, hayranı olduğum insanla beni yan yana getiren tek kare: Alper Fidaner, Evrensel için hazırladığımız Ankara kitapçıları dosyası için çekmişti. O dönem bir apartmanın üçüncü katında olan Bilim ve Sanat Kitabevi’nde, ânı yakalamıştı. Ben o dönem kullandığım tuhaf çantamla kapıdan çıkıyorum, kitabevinin sakinleri salondaki masanın başında toplanmış, her biri kendi âleminde…
Fotoğrafın bana en uzak noktasında duran, meşhur çantasını ayaklarının dibine koymuş ve kitabına gömülmüş Ulus Baker. Kim bilir ne okuyor? Yeni tanıştığımız, selamlaştığımız ama derin muhabbetlere henüz girmediğimiz yıllar... O gün konuşmuşuzdur belki, hatırlamıyorum. Hatırladığım ilk büyük temas, bu kareden yıllar sonra, Kızılay’da, muhtemelen takıldığımız kahve olan Engürü’de yanıma gelerek “seni birileriyle tanıştıracağım, Anadolu-pop’la ilgileniyorlar, ne güzel olur bir el atsan” deyişi… Dünyalar benim olmuştu. Birkaç gün sonra, bahsi geçen arkadaşları beni buldu, tanıştık, uzun bir muhabbeti koyulttuk. Muhabbetimiz (araya yıllar, yollar girse de) sürüyor.
Bu noktada bir şarkıyı hatırlatayım: Bir dönem bütün eylemlerde yanımızda olan Bandista’nın 2009 tarihli ilk albümü “De Te Fabula Narratur”daki şarkılardan biri bu. Adı, “Her Şeyin Şarkısı”. “Her şey herkesleşiyordu / Herkes her şeyleşiyordu” sözleriyle başlıyor, sürüyor: “Tarih durmadan yazılıyordu / Birden olanlar oldu // Bir kırmızı koltukta yatarken / Ekranda Dziga Vertov dönerken / Psinoza mavladı birden / Şaşkınlık hâsıl oldu /…/ Kadıköy evinde Jaques Brel çalmakta / Temmuz oldu yaz bitti / Hoca kalk haydi / Tayfa Marquiz yolunda…” İlerleyen satırlarda birden Ulus Baker beliriyor ama zaten onu tanıyanlar, şarkının ona yazıldığını anlıyor. Albümde, sözlerin ucuna şu not iliştirilmiş: “Hocamız, ev arkadaşımız, bize müziği anlamayı öğreten insana dair bir kolaj.” Bunu görmesek, adını şarkı içinde duymasak bile, bütün ipuçları onu işaret ediyor. Her şey bir yana, Psinoza bize selam duruyor!
Psinoza, Ulus’a ev arkadaşlığı yapan ikiz siyam kedileri. İkisini de aynı adla çağırırdı. “Hangisi hangisi bilmiyorum ki, ikisine de aynı adı verdim bu yüzden” demişti bir gün, laf arasında… Gülmüştük.
Lafı dolandırmayayım, hikâyeyi bir önceki bahse bağlayayım… Şarkıyı yapan tayfa, Ulus’un beni buluşturduğu genç çocuklar. Sayesinde tanıştım, hâlâ arkadaşım. Bandista’nın adını duyduğumda, şarkılarını ilk dinlediğimde kim olduklarını merak etmiş, rastladığım ilk konserlerine gitmiştim. Orada Ulus’un arkadaşlarıyla karşılaşınca sevinmiş, çoktan ezberlediğim şarkılara daha bir coşkuyla eşlik etmiştim. Şunu şuraya sabitleyeyim: Bandista, bize Ulus’tan yadigar şahane topluluk.
Topluluğun ilk albümü Mayıs’ta çıktı. Baharın müjdecisi gibiydi. Ulus’un farkına vardığım ay da Mayıs. Yıllar önce bir yazımda o günü uzun uzun anlatmış, tanışmamızdan söz etmiştim. Burada onu yinelemeyeceğim ama yazının başında sözünü ettiğim fotoğrafın tanışmadan birkaç ay sonra çekildiğini söyleyebilirim. 10 Temmuz 2016 tarihli BirGün Pazar’da yayımlanan “Buralı feylesof, pasaklı zeka küpü” başlıklı yazıda, Ulus’la temas ettiğim bir karşılaşmayı da anlatmıştım. İzninizle buraya onu alacağım… Şu andan itibaren okuyacağınız satırlar, bahsi geçen yazıdan.
Kimse bilmez, Ulus'u trenlerle hatırlarım ben: İlk temas ettiğim yer bir vagondu çünkü. O yıllarda sıklıkla Ankara’dan İstanbul’a gider, Mavi Tren yerine Anadolu Ekspresi'ni tercih ederdim. Ucuz olduğu için değil, yemekli vagonunda bir saat daha fazla oturabildiğim için… O yolculuklardan birinde tesadüfen Ulus'la aynı masaya düşmüş, karşılıklı susarken hayatımın en "dolu" yolculuklarından birini yapmıştım. Kitabıma gömülmüştüm, “Oturabilir miyim?” diyen sesi duydum ve “elbette” dedim kafamı kaldırmadan. Sonra bir hareket oldu masada ve karşımdaki adam, çantasından bir sürü kitap çıkartarak masanın üzerine yaydı; onları okumaya başladı. Merakla kafamı kaldırdığımda Ulus’u gördüm ve ne yapacağımı bilmeden hızla indirdim. Yol boyu göz ucuyla seyrettim onu ve kitabımdan çok, okuduklarıyla ilgilendim. Ayrılırken selamlaştık. Dalgındı, dağınıktı ve şaşkındı. Bu kadar yakından ilk görüşümdü ve beni de şaşırtmıştı bu. Sonra tanıştık. Bu karşılaşmayı hiç anmadım; mânâsızca anlatmayı erteledim. 47 yaşında bizi bırakacağını bilseydim, hiç ertelemezdim.
Ulus, Deleuze ve Spinoza’yı bana sevdiren insan. Nisan 2006’da ilk kitabım “Pop Dedik”i çıkarttığımda, Ulus’un okumasını özellikle istemiş, düşüncelerini merak etmiştim. Bir gün, Tanıl’ın bürosunda otururken göz göze geldik ve ağzından iki cümle çıktı: “Olmuş. Çok güzel yazmışsın.” Bu iki cümle, bin takdir belgesinin yerindedir benim için.
BirGün Pazar için yazdığım yazıda aklımı alan bir yazısından da söz etmiştim: “Kumgüzeli”. Daha ilk cümlesinde vuran yazılardandır; “En elde edilmemiş şiirdin sen.” diye başlar ve metin boyu karşımıza çıkan “güzelsin”lerle sürer. Aşkın, güzelliğin, yıllarca peşinde özlemle koştuğumuz şeyin tarifidir. Her okuduğumda, ona bunu yazdıran insanı ya da durumu düşünmüşümdür ama hiç merak etmemişimdir. Sonunda, kalbimizi çizerek biter: “Cazgırlık etmem… Gönlünde yokum… Aşkımız, yok! Gerçekten… Güzeldin…”
Ulus’u ve yazdıklarını merak edenler için yazılarına, söyleşilerine ulaşabilecekleri şahane bir site var: Körotonamedya. Kitapları, cabası. Yazılarından birinde kurduğu müzikli bir cümleyi buraya alayım: “Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için...” Vasiyet gibi bir cümle bu. Yanına, Duke Ellington’ın John Coltrane’le kaydettiği 1962 tarihli albümden bir parçayı iliştireyim: “Take the Coltrane”. Hüzünle pek alakası yok ama olsun, yakışır.
Ulus Baker, 12 Temmuz. 2007’de, 47. yaş gününü kutlamaya iki gün kala aramızdan ayrıldı. Beni onunla tanıştıran Tanıl Bora, Ulus’un ardından yazdığı yazıya şu cümleyle başlamıştı: “Ulus Baker hakkında, ‘ardından’ konuşuyor olmanın kederli idrakiyle konuşmak, onun kaybını kabullenmek, ne zor.” Aradan on üç yıl geçti, hâlâ öyle. Ulus, hayatımıza öyle bir dokundu ki, yıllar geçse izi silinmeyecek. Keşke bütün dokunuşlar böyle olsa.
Memleketin tuhaf gündeminde, yazılacak onca şey varken tanıdığım bir güzel insanı anlatmak size garip gelebilir ama şu ara (taşınıyor olduğum için) art arda önüme gelen eski hatıralar beni böylesi anmalara yönlendiriyor. Bugün, Ulus’un gittiği gün. İki gün sonra, doğum gününü kutlayacağız. Çok sevmem ama ikinci “keşke”li cümleyle bitireyim yazıyı: Keşke aramızda olsaydı ve doğum gününü kutluyoruz diye bizi paylasaydı. Bunu bile özledik.