YAZARLAR

Hilafet tartışmaları: İki sentezci grubun çatışmasından İstanbul Sözleşmesi'ne uzanan yol

İstanbul Sözleşmesi karşıtlığını en yüksek sesle dillendiren kesimler hilafetçilerdi öteden beri. Erdoğan’ın, Numan Kurtulmuş’un giderek dozu artan kararlılıkla İstanbul Sözleşmesi aleyhine konuşmasını siyaseten anlamlı ama kadın hakları açısından son derece tehlikeli kılan tablonun vahameti burada. Hilafet çağrılarının ülke içinde oluşturacağı yakın tehlike kadın kazanımlarının gasp edilme ihtimali oluyor.

Hilafet meselesi, İslamcı romantizmi şeklinde hafifseyerek gözardı edilemeyecek kadar önemli. Peşinen söyleyerek başlamakta yarar var ki hilafet çağrıları Müslüman toplumlar arasında mezhep savaşları başlatma arzusudur. En kötüsünden başlayarak yazarken evet, İslam dünyasında mezhep savaşlarıyla mevcut yoksulluğun arttırılarak sürmesi sonucunu getirecek bir çatışma çağrısı olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Abartıyor muyum? Belki. Ancak tarih, hilafet kurumunun Müslümanlar için birleştirici değil bilakis ayrıştırıcı unsur olduğunu gösterir.

Akit TV yayınında Fatin Dağıstanlı’nın konuğuna yönelttiği kışkırtıcı soruyla gündemleşen hilafet kurumunun yeniden ihdası, masum bir inanç meselesi değil. Soruyu yönelten de cevaplayan Musa Biçkioğlu da gözleri ışıl ışıl parlayıp yüzleri aydınlanarak, geniş gülümsemelerle konuşurken hilafet kurumundan iyi şeyler umuyor olabilirler. İçlerini bilemem. Tıpkı o programda İmamoğlu kast edilerek “el açıp Fatiha okuyor ama gerçekten okuyor mu bilemem” dedikleri gibi. Yalnız bildiğim şu ki uzunca bir zaman bu ülkenin geniş kesimi hilafetin ilgasına hayıflandı ve Kemalist rejime en çok bu nedenle mesafeli durdu. Bunda şüphe yok. Hatta 1924 yılında hilafetin kaldırılmasıyla başta Şeyh Sait olmak üzere Kürt isyanları arasındaki ilişkiyi de görmek gerekir. Sadece 1924 anayasasında Kürtlerin yok sayılması değil toplumun İslami görünümünün aşınması Kürtlerin ayrışma sebepleri arasındaydı. Çünkü din, yapıştırıcı unsurdu, Türkler ve Kürtler için. Bu bağlamda Türk, Kürt bu ülkenin dindarları hilafetin ilgasından bu yana geri getirilmesi yönündeki duygularla yüklü yaşadılar. Tabii gerçeğin diğer yüzü de toplumsal dokunun değişmesiyle özellikle Türkler için hilafet sevdasının artık geçerli olmadığıdır. Belki iyice daralmış bir çevre olan İslamcı ideoloji mensuplarıyla sınırlanmıştır, Türkler açısından. Yine de bilmeliyiz ki hilafet nostaljisi dindar Kürtlerin içinde hala canlılığını korur. Düşünce değil duygu diyorum zira bu beklentinin altında ne dini bilgi yatar ne tarih perspektifi.

Sadece son halifenin cihat çağrısına rağmen o tarihte hala resmiyette kalsa da Osmanlı mülkü sayılan Arap ülkelerindeki Müslüman toplumların İngiliz ordusuyla işbirliği yaptığını hatırlamak adettir hilafet konusunda. Ancak ortodoksi sünnî yorumcuların sahabe efendilerimiz şeklinde tazimle andığı tarihi şahsiyetlerin yani Peygamber yoldaşlarının bile halifelik için birbirleriyle savaştığı pek konuşulmak istenmez. Hz. Muhammed’in ölümünden hemen sonra başlamıştır hilafet kurumunun Müslümanlar arasındaki ayrıştırıcı etkisi. Örneğin Hz. Fatıma Ebubekir’e biat etmedi. İlk halife olarak sorunsuz seçildiği, Ömer’in biadiyle hemen tüm seçkinlerin kabulü gibi sunulsa da Hz. Ali ancak altı ay sonra karısı Fatıma ölünce biat etti Ebubekir’e. Yani ilk halifeden itibaren İslam tarihi hilafetin Müslümanlar için birleştirici değil ayrıştırıcı unsur olduğunu gösteren hadiselerin de tarihidir. Cemel Savaşı, Sıffin Savaşı, Hakem Olayı hepsi sahabenin birbirini öldürdüğü hilafet çekişmesiydi. Sahabe, iyi Müslümanlar olmadığı veya Peygamberin yolundan ayrıldığı için hilafet kavgasına girmedi. Tersine hilafet, dini kurum veya İslam’ın bir gereği olmadığı için sahabe birbiriyle savaşmakta beis görmemişti. Müslümanları kimin daha iyi yöneteceği yönündeki siyasi çekişmedir halifelik etrafında şekillenen ilk dönem savaşları. Çünkü hilafet yönetim makamıdır, dini liderlik değil. Zira İslam şükürler olsun ki dini otorite ihdas etmemiş bilakis dini otorite ihdasını engellemişti.

Bir kişi halife olsa onun vereceği fetvaya hiçbir Müslüman dinen uymak zorunda değil. Dinen uymak zorunda değil ama devletin zor kullanma yetkisine dayanarak tarih boyunca halifeler hep kararlarını dini emir gibi dayattılar halka. Farklı halifeler birbiriyle savaştı tarih boyunca. İslam tarihinin ilk beş yüz yılı bu şekilde geçti. Şiî hilafetiyle Sünnî hilafeti olarak ikiye indirilebildikten sonra da bu sefer mezhep çatışmaları görünümüne büründü halifelerin iktidar mücadelesi. Keza Osmanlı’nın hilafeti de tartışmasız kabul edilmiş bir dini makam olmadı hiçbir zaman. Ve bunun bilinciyle Osmanlı son yüz yılına kadar halife unvanını kullanmadı bile. Siyasi ve askeri üstünlüğüyle İslam toplumların lideri konumunu, Hicaz bölgesindeki hükümranlığıyla elde etti ama bütün Müslüman toplumları, ülkeleri ilgilendiren kararlar alıp dayatma gibi bir konumda görmedi hiçbir zaman kendini, yıkılış sürecine gelinceye kadar. Yani ki Osmanlı için halifelik güçten düştüğü zaman hatırlanan bir makamdı. On altıncı yüz yıldan yirminci yüz yıla kadar İslam ülkeleri birer birer işgal edilir, sömürgeleştirilirken parmağını oynatmadı, halifeliğini hatırlamadı padişahlar. Bir Hint seferi vardır sadece Kaptan-ı Derya Piri Reis komutasında Kanuni’nin emriyle gerçekleştirilen. Sefer başarısızlığı seksenlik reise fatura edilip idamıyla sonuçlanmış ve elde o savaşlarda Portekizli denizcilerden ele geçirilmiş bir harita kalmıştır övünülecek. Yirminci yüzyılın başında yayınlanan cihat fetvasına dünya Müslümanları itibar etmez elbette onların istiklali ve istikbali için herhangi bir müdahalede bulunmayan Osmanlı padişahının halifeliğine.

Hilafet makamı için “sihirli değnek” benzetmesini kullanan Musa Biçkioğlu bunların fazlasını bilir şüphesiz ancak nedense halifeliği benzettiği o değneğin aslında Müslümanlar üzerinde dini değil siyasi otoritenin bir sopası olarak işlediğini söylemez. İmam-ı Azam bile halife tarafından dini görüşleriyle siyasi otoritesini sarstığı için zindanlara atılmış ve bazı rivayetlere göre orada zehirlenerek öldürülmüştür. Bu tek örnek bile hilafetin Müslümanları birleştirme değil dini yorumları tekleştirme, iktidarın ihtiyacına uygun dini yorum oluşturma aracı olduğunu gösterir. Günümüzde de hilafet isteyenlerin amacı İslam'ın tek tip yorumuyla birilerine egemenlik imkanı sağlamak için farklı yorumları gerekirse savaş veya kıtal yoluyla yok etmek sevdasıdır. Hem sünnî mezhepler içerisindeki farklı yorumlara karşı bir savaş ihtimalinden hem de mezhepler arası özellikle şiî sünnî karşıtlığıyla yürütülecek savaşlardan birileri bir tür menfaat umuyor olabilir ama zararı dünya Müslümanları görecek kuşkusuz.

Şimdilik bunlar uzak ve nispeten zayıf ihtimaller sayılabilir. Yine de bize özel riskler barındıran, daha küçük çaplı menfaat tasavvurları olmadığı anlamına gelmez. Müflis tüccarın eski defterleri karıştırması misali eski fetihleri güncelleme hevesiyle Ayasofya’nın yeniden fethi gibi yeniden hilafet ihdasından iktidar bir siyasi getiri umuyorsa bu şaşırtıcı olmaz. Fakat hilafeti Ayasofya’dan biraz farklı değerlendirmek de elzem. İktidar koalisyonu, yaygın olarak Türk-İslam Sentezcilerinin iktidarı olarak tanımlanıyor, son zamanlarda. Ayasofya’nın yeniden fethi devletçi, milliyetçi Türk-İslam Sentezi ideolojisine uygun düşüyor. Diğer yandan yine iktidar içinde güçlenmeye başlayan bir başka sentezci ideoloji için de arzu edilen şeydi. İktidarın HDP oylarının en azından bir kısmının kendisine akabilmesi işin Kürt-İslam Sentezi ideolojisine prim verdiği biliniyor. Dindar Kürtlerin seksenlerden bu yana PKK’yı desteklemeyişi, ayrılıkçı siyasal şiddetin yanında durmayışı gerçeği dikkate alınınca günün paradigmasına uyan bir sentezden söz ediyorum. Yeni değil kuşkusuz. Şeyh Sait’ten bu yana devam eden Kürt-İslam Sentezi damarı var. Kürt isyanlarının ceberut yöntemlerle bastırılmasının yarattığı hayal kırıklığıyla biçim değil ama mücadele yöntemi değişti. Said Nursi ile billurlaşan bu yöntem içten feth etme şeklinde isimlendirilebilir. Devletle ılımlı, uyumlu ilişkiler suretiyle karar mekanizmalarına yerleşmek, devlet kararlarında etkili olmak yönünde hamleler görülür. Fethullah Gülen Nurcuların bu damarından ayrı elbette o, başka bir konu. Ancak Kürt-İslamcıların öteden beri ayrılıkçı siyasal çatışmalar ve silahlı mücadeleye uzak durmuş olmakla beraber sessiz ve derinden işleyerek Türkiye yönetiminde karar verici olmak suretiyle güç kazanma arayışı da hep sürdü. Şimdi iktidarın Kürt oylarına talip olarak medreseler, şeyhler, seydalar, meleler ve aşiret ağalarıyla sıkı temas halinde oluşu, Kürt-İslam Sentezi ideolojisine de iktidardan pay alma fırsatı sunmuş görünüyor. Bir nevi Türk-İslam Sentezcileriyle Kürt-İslam Sentezcilerinin zoraki koalisyonu iktidar ortaklığı yapıyor denilebilir. Böylesi bir zoraki koalisyon çatışmasız, çekişmesiz olacak değil elbet.

Ayasofya’nın ardından hilafetin gündeme gelmesi bu çatışmanın dışa vurumu olmalı. Kürt-İslamcıların, Türk-İslamcılara karşı bir ön alma hamlesi sayılabilir. Çünkü hilafet öteden beri dindar Türklerden çok dindar Kürtlerin kanayan yarası oldu. Türk-İslam Sentezcilerinin Atatürk ve Kemalist rejimle yumuşak geçişler kurarak uyum sağlaması mümkündü ve bu gerçekleşti. Üstelik devletçi yanı ağır bastığından devlet içinde iki başlılığa yol açacak bir hilafet makamı beklentisi Türk-İslam Sentezcilerinin hayali değil olsa olsa korkulu rüyası olur. Fakat devlet ilişkisi çatışma üzerine kurulu Kürt-İslam Sentezcileri için hilafet makamı, devlette kendilerini de ait hissedecekleri bir kurumun yeniden canlandırılması anlamına gelir. Yani tarih boyunca Müslümanlar arasında ayrıştırıcı unsur işlevi gören hilafet meselesi günümüz AKP-MHP koalisyon iktidarı içinde de yeni bir ayrışmaya sebep olabilir. Nitekim söz konusu programda gerek sunucu gerekse konuk hilafet makamının yeniden ihdas edilmesini istedikleri bölümde “bunun Arap geleneği gibi görülmesi” yönünden eleştirilmesini yersiz bulduklarını belirtme ihtiyacı duydular. Böyle bir ihtiyaçla dile getirilen söylem perde gerisinde sentezciler arasındaki çatışmanın gün yüzüne çıkmış hali bence.

Her şey oy hesabıyla yürütüldüğünden Erdoğan’ın en yakın seçimde iki sentezden birini, diğerine tercih edeceğini düşünemeyiz. Hilafet makamını bugünden yarına ihdas edemez. Ancak hilafetçilere siyasal rüşvet verme ihtimali yüksek. İstanbul Sözleşmesi karşıtlığını en yüksek sesle dillendiren kesimler hilafetçilerdi öteden beri. Erdoğan’ın, Numan Kurtulmuş’un giderek dozu artan kararlılıkla İstanbul Sözleşmesi aleyhine konuşmasını siyaseten anlamlı ama kadın hakları açısından son derece tehlikeli kılan tablonun vahameti burada. Hilafet çağrılarının ülke içinde oluşturacağı yakın tehlike kadın kazanımlarının gasp edilme ihtimali oluyor. Son yıllarda artan kadın düşmanlığı ve iktidarın kadın düşmanlığına prim verişini anlamakta zorlananlar için mesele iyice açığa çıkmıştır sanırım. Özellikle dindar kadınların hem Kur’an ile açıklanan kadın haklarını hem de İslam tarihini bilmeleri yönünden bu yakın tehlikeyi iyi değerlendirmesi gerekir.

Peygamber’in ölümüyle birlikte ilk halifenin, Hz. Fatıma’nın miras hakkı hurma bahçesini devlet malı saymasından başlayan hak kayıplarını bilen dindar kadınlar, sorumluluklarını idrak etmeli. İslamın ilk yüzyılından itibaren bütün hilafet çatışmalarında birer birer gasp edilen kadın hakları, o hilafet çatışmaları iki mezhep hilafetine indiği vakit tümüyle buharlaşmıştı. Hz. Fatıma’nın babasından kalan miras hakkını talep ederek Ebubekir ile mücadele etmesi, Hz. Aişe’nin Cemel Vakası'nda fiilen hilafet savaşına dahil olması, sürecin sonunda bütün kadınların haklarının gasbıyla cezalandırılmaları şekline bürünmüştü. Ama yine de sünnî ulema daima kadınlara Ayşe ve Fatma, şiî ulema Fatma ve Zeynep örnekliğini dayatırken onları itaatkar kadınlar gibi resmetmeyi seçmişti. Allah’a itaatlerini erkeklere itaat gibi sunmuşlardı. Oysa biliyoruz ki onlar hakları ve düşünceleri için savaşan kadınlardı. Şimdiki hilafetçilerin “İstanbul Sözleşmesi iptal edilsin, TCK 103 bağlamında ceza alan istismarcılar affedilsin” benzeri taleplerinin ardı arkası gelmeyecek, bunu da biliyoruz.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.