YAZARLAR

Post-Türkiye: Değişimin ve sürekliliğin sosyolojisi

Kuşaklar arası mesafenin arttığından söz etmek aslında bir krizden söz etmek anlamına da geliyor. Ancak krizin içinde yaşarken onun adını koymak hiç de kolay değildir. Benim bu konudaki yorumum şudur: İçinden geçtiğimiz dönem Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet kadar önemli krize benziyor. Büyük adlandırmalar büyük krizlerin sonucunda oluşur.

Sosyal medyada Z kuşağı üzerinden başlayan ilginç bir tartışma gerçekleşiyor. Bu tartışmaya ben de geçen hafta Gazete Duvar’da yazdığım “Kuşak Sosyolojisi” başlıklı yazıyla zaten katılmıştım. Ancak tartışmaların alevlenmesi nedeniyle bu konuyu tekrar ele almak istedim. Görebildiğim kadarıyla kimileri Z kuşağını öne çıkarıp, bunun üzerinden ciddi bir toplumsal/siyasal değişim öngörüsünde bulunuyorlar. Kimileri ise bu yaklaşımı fazla abartılı buluyor. Ben ise bu yazıda daha geniş bir çerçevede değişim/süreklilik meselesine odaklanmak istiyorum.

Sosyoloji toplumsal değişimin bilimidir. Bir anlamda sosyoloji ancak değişen toplumlar için mümkündür. Yüzyıllar içinde hiç değişmeyen, sabit kalan toplum da aslında pek yoktur. Sosyolojinin modern zamanlarda gündeme gelmesi ise zaten modern toplumun çok hızlı değişmesiyle ilgilidir. Bu anlamda “kuşak” kavramı toplumsal değişimi takip etmek için iyi bir turnusol kâğıdıdır. Ancak kuşağın toplumsal değişimin ölçülmesi için öneminden söz etmek, her kuşakla birlikte dünyanın yıkılıp yeniden kurulacağı anlamına gelmez. Toplumlar hem değişirler hem devam ederler. Bu iki işi birlikte becerebilirler! Kuşak kavramının öne çıktığı dönemler ise göreli olarak değişimin debisinin arttığı dönemlerdir.

Her kuşak, ebeveynlerinin kuşağından farklıdır. Ancak bu, farklılığın topyekûn olduğu anlamına gelmez. Değişimle sürekliliği Türkiye gibi modernleşme toplumları genelde birbirine zıt, uzlaşmaz bir gerilim olarak algılarlar. Hatta bunların taraftarları oluşur kendiliğinden. Yani toplumsal değişimin ve sürekliliğin bizatihi kendisi ideolojikleşir. Türkiye’de sosyolojinin, sosyal bilimin alanın darlığının ana sebeplerinden biri de budur.

Kuşaklar arasında farklılıklar olması bu farkın hep sabit olduğu anlamına gelmez. Kuşaklar arasındaki farklılıklar bazen değişimin bazen ise süreklilik lehine tezahür edebilir. Yani her iki kuşak arasındaki mesafe aynı değildir. Bugün Türkiye’de kuşak kavramının çok fazla telaffuz edilmesi bile bugünün gençleriyle onların ebeveynleri arasında önemli bir farkın biriktiğine delalet edebilir.

Diğer bir önemli yön ise bu değişimin hangi toplumsal alanda ne oranda tezahür ettiğidir. Değişimden söz etmek için total olması gerekmediğini zaten ifade etmiştim. Örneğin gençlerle yaşlıların trafik kurallarına riayet oranları aynı kalırken, giyinme biçimleri çok farklılaşabilir. Aynı kitaba inanma da birbirlerine çok benzerken, o inancı yaşama biçimleri çok farklılaşabilir. Cinsiyetleri sabit olabilir ama toplumsal cinsiyet açısından farklılaşabilirler.

Gelelim yazının başlığındaki “Post-Türkiye” kavramına. Bu kavram üzerinden meramını daha kolay anlatabileceğimi düşünüyorum. Bilindiği gibi “post” öneki son zamanlardan çok yaygın olarak kullanılıyor. Post-modern, post-yapısalcılık, post-truth vb. Öncelikle dikkat edilmesi gereken nokta sadece bu kullanım yaygınlığının bile çok hızlı bir değişim, hatta kriz döneminden geçiyor olduğumuzu göstermesi. Sanki bir şeylerin bittiği ama yeninin de bir türlü başlayamadığı ya da aslında başladığı ama henüz adının konamadığı zamanları yaşıyoruz.

Meseleye Agamben’in dâhice sorusu üzerinden bakabiliriz. Şöyle soruyor çağdaş filozof: “Tire (-) birleştirir mi? Yoksa ayırır mı?” Yani Post-Türkiye ifadesinde ortada duran tire (-) Post ile Türkiye’yi birleştiriyor mu, yoksa ayırıyor mu? Bence her ikisi de! Post-Türkiye ifadesi Türkiye’nin hem devam ettiğini hem de değiştiğini ama bu sefer değişimin çok daha güçlü ve kalıcı olabileceğini işaret ediyor. Türkiye devam ediyor çünkü “Post-Türkiye” ifadesinde Türkiye zaten mevcut. Ama böyle bir önek ekleme ihtiyacı da mevcut Türkiye’nin eskisi gibi olmadığına işaret ediyor. Yani değişim ile sürekliliği birlikte ifade edebilmenin ilginç bir biçimine dönüşüyor bu tercih. Post önekinin yaygın olarak kullanıldığı bütün girişimler için geçerlidir elbette bu söylediklerim.

Farkındaysanız “değişim” ve “süreklilik” kavramlarıyla birlikte az önce ilk kez “kriz” kavramını da kullandım. Değişimle süreklilik arasında ilişkinin toplumun, belki de öncelikle yaşlıların öngörüsündeki gibi olmadığı durumlarda tıpkı “kuşak” kavramı gibi “kriz” kavramının da kullanımı çok yaygınlaşır. Kriz kavramı bana hep sosyolojinin “muhafazakâr” fıtratını hatırlatır. Çünkü sosyoloji modern toplum hep belli bir düzen içinde ilerlemesi gereğini vurgulamıştır. Hatta kendisine böyle bir görev tahsis etmiştir. Ancak toplumların modern tarihi işlerin pek de öyle yürümek zorunda olmadığının kanıtıdır sanırım. Bir anlamda “kriz” kavramı değişimin yoğunluğuyla birlikte, bu değişimin beklentiler yönünde olmadığını da gösterir.

Kuşak meselesine işte böyle geniş açılı bir perspektiften de bakılabileceğini düşünüyorum. Yani kuşaklar arası mesafenin arttığından söz etmek aslında bir krizden söz etmek anlamına da geliyor. Ancak krizin içinde yaşarken onun adını koymak hiç de kolay değildir. Benim bu konudaki yorumum şudur: İçinden geçtiğimiz dönem Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet kadar önemli krize benziyor. Büyük adlandırmalar büyük krizlerin sonucunda oluşur. Bunu değerlerden görece bağımsız bir tutumla, sadece bir saptama olarak söylüyorum. Ama Tanzimat aydınları kendilerinin “Tanzimat aydını” olduklarını bilmiyorlardı! Tıpkı Antik Yunan filozoflarının kendilerinin “antik” olduğunu bilmemeleri gibi! Sınıflandırmaları, dönemleştirmeleri bizatihi tarihin özneleri değil, ilgili alanların uzmanları yapar çünkü. Bugün yaşadığımız değişim ya da kriz döneminin adı da konacaktır elbette.

Bütün evlatlar ebeveynlerinin istedikleri gibi olsaydı örneğin sosyoloji olmazdı, çünkü toplumsal değişim olmazdı. Esas olan toplumların da değişiyor olmasıdır. Üstelik her türlü normatif değerlendirmeden görece bağımsız olarak da. Tarihsel bir özne olarak toplum hakkındaki beklentilerimizin gerçekleşmiyor olması, bir anlamda toplumun bizim istediğiniz yönde değişmiyor olması, onun hiç değişmediği anlamına gelmez. Böyle bir durum bizim yaklaşımınızın yeterince sosyolojik olmadığını, hatta artık yaşlanmaya başladığımızı gösterebilir ama! Toplumsal, siyasal bir fail olarak elbette dilediğimiz gibi mücadele edebilirsiniz bununla. Tarihi istediğimiz yöne doğru itmeye çalışabiliriz. Ama bütün bunlar her zaman bizim istediğimiz sonuçları vermeyebilir. Hatta bizi ham toplumsal gerçekliği algılayamamaya kadar götürebilir.


Besim F. Dellaloğlu Kimdir?

1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Timaş), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Timaş), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).