İstanbul Film Festivali Günlükleri 2: Tarzımızı koruyoruz!
Ülke gerçekliğinden kopmuş olmalarını geçtim çoğu zaman yaratıcılarının kendi gerçeğinden bile kopuk hikayeler ve karakterler çıkıyor karşımıza. Haddim değil kuşkusuz ama filmlerinde ‘aydın’ karakter koyan genç arkadaşlara küçük bir tavsiye de bulunmak elzem oldu. Olmak için heves ettiğiniz Nuri Bilge, Zeki abilerinizin yarattıkları karakterlere, bırakın hayran olmayı nasıl örselediklerine bir bakın.
39. İstanbul Film Festivali ulusal yarışma bölümü kapsamında 18 Temmuz akşamı ikinci film olarak “Şair” adlı yapım gösterildi. Mehmet Emin Yıldırım tarafından yönetilen film, artık tahmin etmekte zorlanmayacağınız gibi bir kez daha dertli bir adamın dünyasına götürüyor bizi. Ulusal yarışmanın ilk filmi olan “Körleşme”de olduğu gibi buradaki karakterimiz de bir yazar. İlk filmde gerçek bir şair varken, bu filmin adı “Şair” ama karakterimiz Ahmet Dirimlioğlu aslında çoksatar bir yazar. Filmin adının niye şair olarak kaldığını anlamak zor. Belki Sabancı Müzesi’ndeki gösterimden sonra soran seyirciler olmuştur.
Kahramanımızın arabasıyla gece yolculuğu yaptığı, bir şeye çarptıktan sonra etrafa bakınıp yoluna devam ettiği proloğun ardından akan jenerikten sonra lüks bir evdeyiz. Kitaplıkta gezindikten sonra yazarımız Ahmet Dirimlioğlu ile tanışıyoruz. Ahmet masasının önünde daktilosunun başında (daktilo mu kaldı kısmına kısaca değineceğiz) oturmaktadır. Evin hizmetlisi olan kadın birtakım sorular sorar. Ahmet, 13 bilemedin 15 yaşındaki oğlan çocukları gibi öfleye püfleye cevaplar verir. Yılgın, bıkkın görünmeye çalışır. Ergen tavırlarını gizem olarak kodlamak en yeni nesil yönetmenlerimizde gördüğümüz garip bir huy sanırım.
Filmin ilk bir saati bittiğinde Ahmet’in uzun uzun basit edebiyat ahkâmları kestiği iki sahne, arada tehdit olarak ortalıkta dolaşan bir köpek ve belli ki yazamamaktan kaynaklı can sıkıntısı dışında elimizde hiçbir şey yoktur. Edebiyat ahkâmlarının kesildiği bu iki uzun bölüme gelince. Birincisi bir gazeteci ile yapılan ve ağırlıklı olarak Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” filmi üzerine konuşulan bölümün didaktikliğini geçtim, Zeki Demirkubuz’a bir cevap mı veriliyor acaba! Malum Demirkubuz’un Dostoyevski hayranlığı dillere destandır. Bu konuda kendisine bulaşmak istemezsiniz. Çünkü eğer filminize gıcık kaparsa oturur öyle çekilmez, böyle çekilir diye sıfırdan film çeker görürsünüz gününüzü!
İkinci sahne ise bir panel sonrası soru cevap bölümünü içeriyor. Bir türlü bitmek bilmiyor. Yine edebiyat üzerine ucuz ahkâmlar kesiliyor ve evet “Çok Güzel Hareketler Bunlar” adlı televizyon şovundan biraz hallice çekilmiş bu bölüm.
Birinci saatin sonunda bir şey olur gibi oluyor eve doğum günü kutlaması için birkaç arkadaş geliyor. Bir adamla tanışıyor ve bu adamın gizemli tarafları seyircide acaba duygusu uyandırıyor. Ve nihayetinde hakkını yemeyelim içinde biraz sürpriz de barındıran ve fakat hakkıyla yazılamadığı için mi yoksa gerçekten becerilemediği için mi olduğunu anlayamadığımız tuhaf bir biçimde çekilmiş bir finalle filmimiz sona eriyor.
Ama aklımıza yerleşen deli sorular gitmiyor. Neden daktilo? Neden ısrarla yazar/entel karakter? Ve bu karakterlerinizi niye bu kadar ciddiye alıyorsunuz?
Kanımca karakterleriyle tuhaf bir özdeşlik kurmakla ilgili bu. Karakterle özdeşlik kurma kısmını bilemem ama mesafe koyamayınca çok fazla ciddiye almak zorunda kalıyorsunuz belli ki. Bu kadar modern bir karakterin, teknolojinin her türlü olanağını kullanan bir yazarın daktilo ile yazma meselesi de kendi bilinçaltıyla nostaljik/ tuhaf bir ilişki kurma biçimi belli ki. Son model teknolojiyle donatılmış bir evde daktilo ile roman yazan bir adam inşa etmek bugünden çok geçmişle, nostaljiyle ilgili ki bu aynı zamanda yaratıcının bugünle bağının sıkıntılarını da düşünmeye itiyor bizi. Ve bilin bakalım karakterimiz filmin bir sahnesinde hangi filmi istiyor? Tabii ki Tarkovski’nin “Nostalji”sini.
Üstelik bu tür filmler son dönemde bir değil, beş değil. Ülke gerçekliğinden kopmuş olmalarını geçtim çoğu zaman yaratıcılarının kendi gerçeğinden bile kopuk hikayeler ve karakterler çıkıyor karşımıza. Haddim değil kuşkusuz ama filmlerinde ‘aydın’ karakter koyan genç arkadaşlara küçük bir tavsiye de bulunmak elzem oldu. Olmak için heves ettiğiniz Nuri Bilge, Zeki abilerinizin yarattıkları karakterlere, bırakın hayran olmayı nasıl örselediklerine bir bakın. “Kış Uykusu” ve “Yeraltı”daki tiplerin arıza, zaaf ve kibirlerini görün. Sizin karakterleriniz neredeyse kusursuz, ergen olmak ve sıkılmak dışında bir sorunları yok, zaten bundan da onlar sorumlu değil?
Nihayetinde edebiyat dünyasından devam ettiğimiz İstanbul Film Festivali’nin ikinci filmi de hayal kırıklığı oldu. “Şair”deki Sabri karakterinin Ahmet Dirimlioğlu’na söylediği şu söz durumu özetliyor bence: “Tarzımızı koruyoruz.”
En yeni yeni Türkiye sinemasının koruduğu kesin, biz de koruyoruz o vakit!