YAZARLAR

Seyfi Dursunoğlu’nun ardından: 'Eski' Türkiye’ye ağıt

Hoşça kalın sevgili Seyfi Dursunoğlu. Hoşça kal, canımız Huysuz Virjin. Bize kattığınız her şey için size minnettarız...

Hayatımızı eksilerek sürdürüyoruz. Tam tersi olması gerekiyor belki ama memleket buna izin vermiyor. Cuma akşamı aldığımız haber, bizi bizden alan kara haberlerden… Huysuz Virjin namıyla maruf Seyfi Dursunoğlu, 88 yaşında hayatını kaybetti. Uzun yaşadı, hepimize çok şey kattı. Kantonun ve zenne geleneğinin son temsilcilerinden biri, hazırcevaplığın ülkedeki adıydı.

Son kitabım “Hayat Dudaklarda Mey”i hazırlarken pop bahsinin önüne “tarih öncesi fasıl” başlıklı bir ara bölüm koymuş, kantolardan ve tangolardan söz etmiştim. Her iki tür, bugün dinlediğimiz pop müziğin memleketteki ilk örnekleri. Tango, Arjantin’den Türkiye’ye gelmiş, gelirken yolda değişmiş, ehlileşmiş, bambaşka bir şeye dönüşmüş. Kanto ise bizzat memleket toprağından doğmuş. Baktığınızda muzır bir tür. Seyfi Dursunoğlu’nun kantolarla buluşması, yoluna öyle devam etmesi ve bu türü bugüne taşıması şaşırtıcı değil. Huysuz Virjin’i bizzat o yarattı. Kantonun, Nurhan Damcıoğlu vesilesiyle yeniden gündeme geldiği ‘70’li yıllarda en büyük ilgiyi gören karakterlerden biri. Buradaki “Nurhan Damcıoğlu vesilesiyle” kısmında onun da payı var zira Dursunoğlu, duruşundan dolayı TRT’ye çıkartılmadığı için, Damcıoğlu, tek örnek olarak görünüyor. Oysa gazino sahnesinin yıldızı Huysuz Virjin.

Baştan alayım, çok katmanlı bu hikâyeyi anlatmaya çalışayım. Acı çok taze, dilim sürçerse sebebi bu. Sevdiğim, önem verdiğim, ayrı tuttuğum insanlardan birini kaybettim ama bu, onu bundan sonra anmayacağımız anlamına gelmiyor. Bilakis, artık adını daha da sık anmak gerekiyor…

Kanto merakı, Seyfi Dursunoğlu’nun çocukluğuna uzanıyor. Radyoda dinlediği bu türde şarkılara gönlünü kaptıran, onları söylemek uğruna işinden ayrılan, yepyeni bir karakter yaratan Dursunoğlu, aslında tam bir İstanbul beyefendisiydi. Tanışmadım ama tanışanlarla çok konuştum. Hayallerimden biri, onunla uzun bir söyleşi yapmaktı, olmadı. Çocukluğumda evdeki kaseti ve plağı vasıtasıyla tanıdığım, İzmir Fuarı’nda denk geldiğim, gençliğimde programlarını kaçırmadan izlediğim bir karakter, Huysuz Virjin. Canlı görmüş, izlemiş olmak en büyük kazançlarımdan biri. Gazino programının televizyonda yaptıklarının çok ötesinde olduğunu tahmin etmek zor değil. Televizyonda kendini tutan, çok ilerlemeyen bir karakterden söz ediyorum. Bu, otosansür değil elbette, temkinlilik. Başına geleceklerin farkında olma hâli –ki bu bile yetmedi, RTÜK, en popüler olduğu dönemde onun televizyona çıkışını yasakladı. Seyfi Dursunoğlu, biraz da bu yüzden, Huysuz Virjin karakterini yaşarken öldürdü. Şüphesiz yasak sonrası daha da temkinli bir programla televizyona dönmek mümkündü ama onu istemedi. Dursunoğlu olarak çıktı, Huysuz Virjin’i gazino sahnelerinden de çekti. Yıllar sonra bir reklamla geri döndüğünde sevinmiştik ama olmadı. Galiba Huysuz Virjin’i son görüşümüz bu. Bunu yazarken, Benzemez Kimse Sana’nın finalinde seslendirdiği kantoları unutmuyorum elbette…

Bugün arkasından yakılan ağıtlar, aslında özlemini çektiğimiz eski günlere, olmak istediğimiz “eski” Türkiye’ye yakılan ağıtlar. Geçmişe dönmek mümkün değil ama bu gibi insanların ölümleri gösteriyor ki eskisi gibi olmak da mümkün değil. En azından bu iktidar başımızda olduğu sürece… Kendileri gibi olmayanı yasaklayan, yok eden, ortadan kaldıran insanlarca yönetiliyor olmak, bizim talihsizliğimiz. Yine de sevindirici bir tarafı var elbette: Bunca insan Huysuz Virjin’i gülümseyerek anıyorsa, videoları elden ele dolanıyorsa, bu, umudun bitmediği anlamına geliyor. Huysuz Virjin, öldürülemez karakterlerden biri. Bundan sonra da böyle olacak. Seyfi Dursunoğlu’nun ölümü bize onu hatırlattı, bundan sonra unutulmamasını sağlamak bizim elimizde –ki unutulmamış/unutulmayacak olduğunu görüyoruz zaten. Bir dönem sadece marjinal insanların ya da o çok eleştirilen “entel dantel” kesimin izlediği biri değildi Huysuz Virjin. Türkiye’nin ekran başına kitlenmesine sebepti. Hazırcevaplığı, taşı gediğine koymayı ondan öğrendik. Söyledim ya, yaratıcısı Seyfi Dursunoğlu, bir İstanbul beyefendisiydi. Okumuş, yazmış, karakteri düşünerek yaratmış, onunla birlikte büyümüştü.

Bu noktada, Huysuz Virjin’i bir kenara koyup yitirdiğimiz Seyfi Dursunoğlu’ndan söz etmekte fayda var. Çocukluğunda dinlediği kantoları hep yanında taşıyan, ilerleyen yıllarda onları söylemeyi hobiden işe dönüştüren bir isim. Trabzon doğumlu. Küçük yaşta ailesiyle İstanbul’a gelmiş, Deniz Lisesi’nde okurken, “mizacıma uygun değil” diyerek ayrılmış. İlkokulda sinemaya heveslenmiş, mahalledeki boş arsada arkadaşlarını toplayarak onlara, gittiği filmlerde gördüklerini canlandırarak anlatmış. Sahne tutkusu, bu yıllardan. Bahriye yılları dahil, bu tutkusunu hep sürdürmüş. İlk fırsatta da kendini sahneye atmış.

Bir dönem Beylerbeyi Kültür Cemiyeti bünyesinde çalışmalara katılmış –ki Huysuz Virjin adını alması da bu yıllarda gerçekleşmiş: “Beylerbeyi Kültür Cemiyeti’nde arkadaşlarımla birlikte Ramazan eğlenceleri yaparken, ‘Ben Virjin adını alıyorum’ dedim, o ismi sevdiğim için. Diğer arkadaşlar da eski ünlü kantocuların ismini aldılar. Komiklik olsun diye onlara lâkaplar da takardık: Pasaklı Peruz, Kıllı Nevruz gibi… Benimki yalnız Virjin. Ama ben yönetiyorum işi; ‘O olmadı!’ diyorum, ‘Bunu beceremiyorsunuz!’ diyorum, kıyamet koparıyorum. ‘Aaa ne kadar huysuzsun, seninki de Huysuz Virjin olsun!’ dediler bir gün. (…) Öylece Huysuz Virjin oldum.”

Virjin adını seçmesi tesadüf değil. Bu, kantonun yıldızlarından Küçük Virjin’e çakılan bir selam. Küçük Virjin, Adile Naşit’in anneannesi. Dönemin en büyük isimlerinden. Dursunoğlu, Huysuz Virjin adıyla onu da bugüne taşıdı, unutulmamasını sağladı.

Seyfi Dursunoğlu’nun sevmediği bir dönemi var: Memuriyet. Sosyal Sigortalar Kurumu’nda çalışmış ama yapamamış. O dönemde gizliden başlattığı sahne çalışmalarını sonrasında alenen sürdürmüş, memuriyete veda etmiş ve yolunu Huysuz Virjin’le bir kurmuş. Huysuz Virjin, Dursunoğlu’nun sözünü sakınmayan, her şeyin doğrusunu söyleyen yanı. Kendi deyimiyle, “namussuz bir kadın”. Kimilerinin asabını bozan, bu namussuzluğu. Onlara namussuzluk gelen, namusluluğun ta kendisi aslında. Huysuz Virjin’in, karşısındakinin namussuzluğunu ortaya çıkartan bir tarafı var çünkü gördüğünü söylüyor. Tepki çekmesi, iktidarca yasaklanması doğal. Bu anlamda, devrimci bir duruş sergiliyor. Türkiye’de yapılması zor olanı yaparak kendini halka kabul ettiren kaç insan var ki? Halk dediğimiz, iktidarın seçtiği [dikkat: “iktidarı seçen” demiyorum, yanlış olmasın] değil elbette. Onlara bakarsak bu halk eşcinselliği sapıklık olarak görüyor, beş vakit namaz kılıyor, kızlı erkekli buluşmaları onaylamıyor ve evlilik öncesi ilişkiye “hayır” diyor. Oysa yaşadığımız toplum öyle bir toplum değil. Çok geriye gitmeye gerek yok; ‘90’lı yılların ortalarına gidip sadece televizyonlarda yapılan programlara, çekilen dizilere bakarsak bunun böyle olmadığını görürüz. Huysuz Virjin, “Şaşıfelek Çıkmazı”nın TRT’de yayımlandığı, “Mahallenin Muhtarları”ndan “Süper Baba”ya uzanan mahalle dizilerinin ortalığı sardığı bir dönemin televizyon yıldızı. İktidar öyle bir ayar çekti ki, “Bir Demet Tiyatro”yu bugün çekmek ve yayımlamak mümkün değil. “Süper Baba” baştan çekilse, her şeyden önce meyhaneci Rasim Baba karakteri elenir. Bu, toplumun değil iktidarın istediği. Huysuz Virjin de iktidarın isteğiyle yok edildi. Onun içindir ki Seyfi Dursunoğlu’nun ölümüyle hatırladığımız, aslında yaşamak istediğimiz Türkiye. Ağıtları biraz da onun için yakıyoruz.

Seyfi Dursunoğlu, TRT’ye sadece bir kere çıkabildi: 1976 yılında, Öztürk Serengil’in Gülünüz Güldürünüz programına… “Eski” Türkiye’de yaşıyor olsaydık bu görüntü TRT tarafından çoktan servis edilirdi ama artık “yeni” bir ülkedeyiz. Bırakın görüntünün ortalığa çıkmasını, anılmayacak bile. Huysuz Virjin karakteriyle birlikte Seyfi Dursunoğlu’na getirilen ekran yasağı sürüyor çünkü. “Katina” derseniz, bambaşka bir hikâye. TRT repertuvarında “mahûr türkü” olarak geçiyor, “Cemile” ya da “Şaziye” olarak söyleniyor. Derlenirken ehlileştirilmiş, ismi bile değiştirilmiş. Değişen, sadece isim değil, sözlerde de müdahaleler var: Cemile, elindeki “makine”siyle dikemiyor, mastika ya da rakı değil şarap içiyor. Bugün söylense o şarabı da içemez, ayrı. Nereden nereye geldiğimizi görmek için iyi bir örnek. Yasak bahsinde başka söyleyeceklerim var ama laf gelmişken “Katina”yla ilgili bir hatırasını nakletmezsem olmaz… Bu kantoyu, radyo dinlediği yıllarda Radife Erten’den duymuş ve aklının köşesine kazımış. 1968 yılında yayımlanan plağında söylemiş ama sahneye taşımamış. Program yaptığı yıllardan birinde coşarak söylediği bu kanto sonrasında üstüne yapışmış, imzası olmuş. Bundan memnun elbette. Nurhan Damcıoğlu da kantoyu ondan öğrenerek repertuvarına almış. Enteresan bir hikâyesi var; Seyfi Bey anlatsın: “O sıralar Nurhan Damcıoğlu da devamlı kanto kaseti çıkartıyor. ‘Ben gidersem okumaz şimdi’ demiş Gönül Yazar’a, ‘sen kasetle git, çantana koy, bu kantoyu kaydet…’ Gönül Yazar yıllar sonra anlattı bunu bana; ‘Ben çantayla geldim, kasete aldım, götürdüm, verdim' diye. Ve sonra bir plağında okudu.” Bahsi geçen plak, 1976 yılında piyasaya verilen Nurhan

Damcıoğlu albümü “Kantolar”. Oysa, “Katina”, Huysuz Virjin adıyla 1968 yılında yayımlanmış plakta var. Albüm, ‘90’lı yılların ortalarında, Huysuz Virjin’in yeniden yıldız olmasıyla birlikte yeniden piyasaya verildi. Albümün Almanya baskısı ise “Bilin Bakalım Ben Neyim, Erkek mi Yoksa Kadın mı?” adıyla yapıldı. Yapımcılar ilgi görmesi için bu adı koymuş ama bu, iktidarın ya da o dönemde TRT’nin bakış açısını özetleyen bir ifade aslında.

TRT yasağı, yıllarca saçma kararlar vermiş denetim kurulunun getirdiği bir yasak, normal. Böyle bir kurum varsa bu yasak şaşırtıcı değil. Nitekim Huysuz Virjin’in TRT’ye çıkamamış olması, önünde bir engel değil. Asıl konuşulması, tartışılması gereken RTÜK tarafından verilen yasak. Bu, özel televizyonların ehlileştirilmesi yolunda ilk adımlardan biri. Sonrasında iş bambaşka bir noktaya gitti, yasaklayamadıklarını tutukladılar, Türkiye’de gazetecilik ve yayıncılık neredeyse bitti. Seyfi Dursunoğlu, bu uğurda harcanan insanlardan biri. Yazık ki bu yasak hemen kabul gördü ve sonrasında elini taşın altına koyan biri çıkmadı. Bir kere daha söyleyeyim: Huysuz Virjin, yaşarken iktidar eliyle öldürüldü.

Hikâyeye döneyim… Huysuz Virjin’in halk huzuruna çıktığı ilk sahne, Zeki Müren’in sıkça gittiği Bekri Pavyon’un sahnesi. Dursunoğlu, Zeki Müren’in oraya geldiğini ve kendisini izlediğini görünce heveslenmiş ve onun kadrosuna girme hayalleri kurmuş. Bu, hiçbir zaman gerçekleşmemiş. Sonrasında tanışmışlar, arkadaş olmuşlar ama birlikte çalışamamışlar. Sebebini bizzat Dursunoğlu’ndan dinleyelim: “[kadrosuna] almadı çünkü hemen hemen aynı makyajı yapıyoruz. O ister mi, kendinden evvel aynı makyajı yapan bir insanın çıkmasını? Hiçbir zaman istememiştir beni. Bir tek son devresinde istedi; o da önden iki sıra kızı çıkacak, sonra ben çıkacağım, benden sonra Mehlika Kenter çıkacak, sonra bilmem kim çıkacak, sonra Ajda Pekkan çıkacak, sonra Zeki Müren çıkacak… ‘Kusura bakmayın’ dedim, ‘ben uvertür olamam!’ O arada hem başka gazinoda çalışıyorum hem gece kulübünde çalışıyorum. İki işte birden

çalışıyorum, gayet revaçtayım.”

Kulüp dediği, Nurhan Damcıoğlu’nun da ünlendiği Kulüp 12. Sahibinin dikkatini Beylerbeyi’ndeki faaliyetle çekmiş ama “ekibim var, tek başıma gelemem” deyince iş olmamış. Hemen ardından (İlham Gencer’den sonra bugünkü Günay’ın kurucusu Günay Tuncel tarafından işletilen) Çatı’dan bir teklif gelmiş, onu da kabul etmemiş. Yıllar sonra, Kulüp 12’den gelen bir başka teklifle orada çalışmaya başlamış ama artık ünlü bir yıldız olarak… Aynı gece yedi ayrı kulüpte sahneye çıktığı dönemler olmuş. Trafiği ondan dinleyelim: “Beşiktaş’ta Bulvar Gazinosu’nda başlardım, sonra Nişantaşı Ruje Nuar, Şişli Ceni Taverna, Yeniköy’de Yeniçeri Gazinosu, Yenikapı Kamacı Gazinosu, Yeşilköy’de Angelo… Ve yedincisi tabii Kulüp 12. Akşam erken saatte Kulüp 12’de makyajımı yapar, çoraplarımı, mayomu, ayakkabılarımı giyerdim. Elimde elbisem, bir araba buldum, onunla kapı kapı dolaşırdım. Gazeteyi açtığın zaman her yerde Huysuz Virjin ilanı…”

Burada bir es vereyim, şu ana kadar alıntıladığım sözlerin kaynağını işaret edeyim: 2004 yılında Alfa Yayınları tarafından yayımlanan “Katina’nın Elinde Makası / Huysuz ile Seyfi’nin 35

Yıllık Sevda Masalı” başlıklı kitap, Seyfi Bey’le Virjin Hanım hakkında uzun bir nehir söyleşi. Korhan Atay ve Figen Kumru Akşit tarafından hazırlanmış. Bu noktada, “Hayat Dudaklarda Mey”e bağlanayım, sonrasını oradan aktarayım…

Yazarlar, oluşum sürecini anlattıkları sunuş yazısında rakının “dönüşüm”de etkili olduğunu söylüyorlar; Seyfi Bey’in titizliğinden uzun uzun söz ediyorlar ve Virjin Hanım’ın muhabbete katılmasının, onunla içilen iki kadeh rakı sonrasında (nihayet) gerçekleştiğini anlatıyorlar. Seyfi Bey’in çilingir ritüeli kendine has: Mezelerini bizzat hazırlıyor, rakısını (kimi aromalardan kurtarmak için) özel yöntemiyle dinlendiriyor. Yazıda “o gece rakının da bakkaldan alındığı gibi açılıp içilemeyeceğine ilişkin kuralı öğrendik” diyen Akşit ve Atay, sözlerine şöyle devam ediyor: “Kadehler birden ikiye geçti ve ilginç bir değişiklik oldu masada. Seyfi Bey sustu, Huysuz Virjin katıldı konuşmaya. Sonraki saatler, kahkahalarla yıkanmış, tadına doyulmaz bir Huysuz Virjin sohbeti hâlinde tüketildi. O gece öğrendik ve daha sonra Seyfi Bey de teyit etti: Huysuz Virjin’i ortaya çıkarmanın yolu, Seyfi Bey’in iki kadeh içki içmesinden geçiyormuş meğerse… 35 yıllık meslek yaşamı boyunca Huysuz Virjin’in sahneye çıkacağı her gece Seyfi Bey mutlaka iki kadeh viski içermiş.”

Huysuz Virjin namıyla maruf Seyfi Dursunoğlu, son zenne. Orada kalmadı, onu kendince şahane bir gösteriye dönüştürdü. Gazinoya gelenlere şarkı aralarında laf atan, hayranlarıyla arasındaki bağı hiç kopartmayan sanatçı; zaman zaman müzikallerde rol aldı, filmlerde oynadı. Ali Poyrazoğlu’nun işlettiği Yeşil Kabare’den Günay’a uzanan kimi mekânlar onunla özdeşleşti.

Kitaptan sıyrılayım, yazıyı sonlandırayım. Çok şey anlatmaya çalıştım zira Seyfi Dursunoğlu’nun ölümüyle birlikte bir yanımız eksildi. Onu, “Katina”yı söylerken, ona buna laf atarken anacağız ama bunları yaparken hep gülümseyeceğiz. O da öyle olmasını isterdi. Muhtemelen kırgın gitti, Huysuz Virjin’in ölümü onu üzdü ama adını yaşattığımız sürece hep bizimle birlikte olacak.

Hoşça kalın sevgili Seyfi Dursunoğlu.

Hoşça kal, canımız Huysuz Virjin.

Bize kattığınız her şey için size minnettarız. İyi ki sizinle aynı dönemde yaşadık, aynı havayı soluduk. İyi ki…


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.