Bridget Jones, Sinekli Bakkal, Notting Hill ve Çıplak
Çıplak adıyla müsemma şekilde her ne kadar eskort Eylül’ün hikayesini anlattığını iddia ederse etsin, kurduğu aşk üçgeni itibariyle aslında Cem’in hikayesini anlatmış oluyor. Zira biz aslında Eylül’ün aksiyonlarıyla değil, iki kadın arasında kalmış Cem’in salınımlarını izliyoruz. Cem, her şeye rağmen Eylül’e mi aşık olacak yoksa risk almayıp nişanlısıyla yoluna devam mı edecek sorularına cevap arayan bir senaryoyla karşı karşıyayız. Kısaca ambalaj başka ürün başka...
Çıplak dizisini dost meclislerinden duymaya başladığımda çok üzerinde durmadım. “Neyse ya bakarız bir ara, adı sanı fazla Cihangir…” dedim kendi kendime. Nedir ne değildir bilmeden yapıştırdım etiketi. Sonra iPhone 11 kamerasıyla çekilen düşük bütçeli bir iş olduğu çalındı kulağıma, bu sefer de “E ilk kez dizi-film çekmek iPhone kamerası kullanılmıyor, ne bu tantana?” dedim kendi kendime. Twitter’ı açtım baktım, önüme “Çıplak’ın yönetmeni Can Evrenol…” başlıklı haberler düştü. “Neee?! Can Evrenol'un işi miymiş ” dedim, tabii ki yine kendi kendime…
Baktım kendi kendime çok konuşuyorum, bununla ilgili kesin yazmam gerektiğini anladım. Bir hevesle açtım izlemeye başladım, eleştirecek çok şey vardı kesin! Ben kendimi biliyorsam burada üzerine düşünülecek çok şey bulurdum. Bir tek benim kafam çalışıyor ya hani, ondan… Kendime güvenim tam! Öyleydi böyleydi derken mahallede karşılaştığım senarist arkadaşım Coşku Kılıç, ayaküstü sohbetimizde Çıplak’tan bahsetti, hakkında çok güzel bir yazı okuduğundan bahsetti. Linkini atacağını söyleyip yoluna devam etti.
Link geldi, okumaya başladım. Okudukça neredeyse her paragrafta “Ah be! Bunu ben yazacaktım!” diye hayıflandım. Damla Karagöl’ün vesaire.org’a yazdığı kapsamlı ve çok doyurucu bu yazı, beni boşa çıkardı. “Haydaaa ben ne yazacağım şimdi?!” diyerek yarım saatlik bir panik yaptım, yazıyı ikinciye okuyunca anladım ki bu nefis tespitlerin üzerine şöyle güzel bir fikri takip yapılabilir ve hikayelendirme konusu üzerine Damla Karagöl’ün bıraktığı yerden konu ilerletilebilir.
O zaman, ilerleteyim madem… Her şeyden evvel Damla Karagöl’ün yazısında, Feyza Akınerdem ve Nükhet Sirman’dan alıntı yapması beni çok sevindirdi. Zira ben de denk geldikçe, dizi kültürüyle ilgili yazılarımda ikisinin çalışmalarından cümlelere yer veririm. Şimdi yapacağım gibi…
Feyza Akınerdem dizilerin pek tartışmalı toplumsal konumlandırmasıyla ilgili bir sohbetimizde şu tespiti yapar: “Mesele diziden öğrenmek değil, diziyle eğlenip üzerinden gündelik hayattaki meseleleri tartışmaktır.” Çıplak ve dahi diğer tüm dizilerin üzerimizdeki etkisi genel olarak budur. Hikayenin yarattığı durumları tabiri caizse masaya yatırır, gündelik hayatımızdaki çelişkileri, açmazları karakterler, replikler, sahneler üzerinden en ince ayrıntısına kadar konuşur ve sonuçlara varırız. Çünkü süregiden yaşam akışına dair sorularımızın cevabını alacak kadar çok macera ve olay yaşamamız, ne ihtimal ne de dayanıklılığımız dahilindedir. Güvenli bir arenada, yani dizi evreninde, başımıza gelebileceklerin yarattığı hayal dünyasına inip tecrübe edinmek daha az vakit ve daha az enerji harcamak demektir.
Türkiye’nin moderniteyle beraber gelen hikaye kültüründe, “melodram” baskın bir tür olarak günümüze kadar varlığı sürdüren, hala canlılığını koruyan ve kendini sürekli yeniden üreten bir form olarak aramızda nefes almaya devam ediyor. Fransız İhtilali’nin dünya kültürüne armağan ettiği ‘melodram’, kavramsal olarak iyi ve kötünün net bir karakterizasyon yapılarak cephelere ayrılması, bu cephelerden de meydan savaşı vermesi olarak kabaca tanımlanabilir. Bu meydan savaşının tam merkezinde aşk vardır. Bütün zıtlıkları, imkansızlıkları, olmazları kendi bünyesinde barındırabilecek kadar büyük bir yaşam pınarı olan aşk, adaletin her zaman yerini bulmasını, herkesin hak ettiğini almasını sağlayacak kadar tanrısal bir gücün işaretidir.
Damla Karagöl’ün yazısında eleştirdiği, neredeyse her dizi hikayesinde bulunan ‘aşk üçgeni’ unsuru, açıkladığım melodram mantığından ileri gelir. Bu tarz üçgenlerde, karakterlere yüklenen temsiliyetler, senaryonun önermesini kendiliğinden oluşturur. Bridget Jones’un Günlüğü’nden örnek verecek olursak, 2000’li yılların kentli kadınını temsilen yaratılan bir karakter olarak Bridget Jones, 30’unu geçmiş olmasına rağmen evlenmemiş, evlilik ihtimali de ufukta görünmeyen, hayatta çok büyük başarıları olmayan genç bir kadındır. Sıradandır, sizin benim gibidir… Yani okuyucusunun ve izleyicisinin özdeşleşim kuracağı bir konumdadır. 2020 yılına gelmiş olsak bile gündelik hayatımızın değişmeyen konusu olan kadınların kötü çocuklara aşık olduğu ama sıkıcı ev erkekleriyle evlendiği tezinin tartışması olarak karşımıza çıkar. Gerçek aşkı aramaktan hiç vazgeçmeyen Bridget, aşık olduğu kötü çocuk Daniel Cleaver’dan darbe yese de burnunun dibindeki sıkıcı erkek Mark Darcy’nin aslında bir hazine olduğunu fark eder. Ve onunla gerçek aşka doğru yelken açar.
Bridget Jones, kadın erkek ilişkilerinin gündelik meselelerini tabii ki aşk üzerinden tartışacaktı, ya başka ne olacaktı derseniz –ki diyebilirsiniz- durumu çeşitlendirecek bir örnek daha verebilirim. Halide Edip, günümüzde hala güncelliğini koruyan Doğu-Batı medeniyet meselesini, Sinekli Bakkal adlı kült kitabında bir araya gelmesi imkansız görünün iki insanı birbirine aşık edip, evlendirerek tartışmayı tercih etmiştir. Bir imamın torunu olarak, katı dini kurallarla büyütülen ve güzel sesiyle hafız olan Rabia ile bir paşanın konağına piyano dersleri vermek için gelip giden İtalyan öğretmen Peregrini’nin aşkı, Doğu ve Batı’yı yan yana getirip aynı evin içine sokar. İki medeniyeti Rabia ve Peregrini bünyesinde, önce birbiriyle çatıştırıp sonra barıştırır ve ortaya iki medeniyetten bir harmoni ortaya çıkarır. Rabia ve Peregrini’nin bir bebekleri olur. Halide Edip, medeniyet çatışmamızdan bir “sentez” çıkacağına dair teorik tartışmasını, melodramatik ögeler üzerinden yapmıştır.
Yeniden Çıplak’a ve formülasyonuna dönersek, Çıplak adıyla müsemma şekilde her ne kadar eskort Eylül’ün hikayesini anlattığını iddia ederse etsin, kurduğu aşk üçgeni itibariyle aslında Cem’in hikayesini anlatmış oluyor. Zira biz aslında Eylül’ün aksiyonlarıyla değil, iki kadın arasında kalmış Cem’in salınımlarını izliyoruz. Cem, her şeye rağmen Eylül’e mi aşık olacak yoksa risk almayıp nişanlısıyla yoluna devam mı edecek sorularına cevap arayan bir senaryoyla karşı karşıyayız. Kısaca ambalaj başka ürün başka. Buna ‘iş bilmezlik’ mi demeliyiz yoksa daha sert bir şekilde ‘pr için yapılan göz boyama’ mı demeliyiz emin değilim.
Hakeza senaristler Merve Göntem ve Can Evrenol’un bu aşk üçgenini kurmaktaki maksadını da çok anlayabildiğimi söyleyemeyeceğim. Bilindik aşk üçgeni matematiğinde, köşe noktalarından birinde ‘radikal’ değişiklik yapmak, aşinası olduğumuz bir yöntem zaten. Yani bir erkeğin iki kadın arasında salınması, gelgitler yaşaması mekaniğinde, kadınlardan biri eskort gibi ‘uç’ karakter olduğunda hikayenin dokusu mecburen değişmiş oluyor, evet. Bu hikayeye belli bir seviyeye kadar ‘farklılık’ ve ‘orijinallik’ katmış oluyor, evet. Ancak terazinin diğer kefesine üst sınıftan gelen bir nişanlı koymakla anlatılmak istenen nedir, tartışılmak istenen nedir hiçbir şekilde anlaşılmıyor.
Bu projede, bilindik anlatılarla alay etmek ya da bu anlatılardan basit dokunuşlarla şaşırtıcı sonuçlar elde etmek için yola çıkıldıysa eğer, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktu aslında. Notting Hill bunun en başarılı örneğiydi. Yine bir araya gelmezlerin, aşkın mucizeler olduran büyüsüyle nasıl da mutlu bir beraberliği bulduklarını anlatıyordu. Fakat ana çatışmayı meydana getiren karakterler arasında, çok basit bir dokunuşla denge değişikliği yapılmıştı: Julia Roberts’ın canlandırdığı Anna Scott bir Hollywood yıldızı, Hugh Grant’in canlandırdığı William Thacker ise sürekli zarar eden bir kitabevi sahibiydi. Bu sefer erkeğin ‘seviyesine’ ulaşmaya çalışan bir kadın yoktu, kadının ünüyle nasıl baş edebileceğini bilmeyen, zaman zaman sakar ve şaşkın olabilen bir adam vardı. Zaten Notting Hill’i başyapıt haline getiren de bu özelliğiydi. Dünyada kadının toplumsal pozisyonu hareket halindeydi, bunun yansıması Notting Hill’de yerini bulmuştu. O dönem için gelecekte yaşanabilecek ilişki sorunlarının habercisi niteliğinde, öngörüde bulunan bir filmdi.
Damla Karagöl’ün yazısında eleştirdiği senaristlerin ya da sektörün ufuk meselesi, tam da bu noktada devreye giriyor. Olduğumuz yerle, kendimizi zannettiğimiz yer arasında çok büyük bir açı olduğu için, orijinalliğin ya da öngörülü bir söz söylemenin de çok ‘uç’ noktalardan geçtiğine inanıyoruz. Halbuki bütün mesele burnumuzun dibindeki, kendimizdeki tansiyon değişikliklerine, salınımlara karşı uyanık olmak ve bunları önemsemek. Bunun içinde hem kişisel hem de toplumsal kendilik algımızla ilgili sorgulamalar ve çalışmalar yapmamız gerekiyor. Nerede, hangi konumda olduğumuzu net olarak kafamızda canlandıramadığımız için, birçok şey gündelik hayatta olduğu gibi hikayede de kendini tekrar ediyor.
Toplumsal-kişisel konumlanma ve kendilik algısı meseleleri göbekten melodram, aşk merkezinde hikaye anlatmaya bağlı hale geliyor. Konu böyle noktalara geldiğinde, eğilimim genellikle seyirciyi sorgulamak üzerine oluyor ancak bu kez hikaye anlatıcılarının, yani senaristlerin kendilerini benzer sorularla muhatap etmesi gerektiğine inanıyorum. Kendimizi, çıkardığımız öyküler üzerinden tartışmaya davet ediyorum. Ve çıkacak sonuçları merakla bekliyorum.