İstanbul Film Festivali Günlükleri 5: Karadeniz’e bakıp imparatorluk düşü kurmak
İşte savaşta cengâver Binbaşı Osman yeni rejim tarafından rütbeleri sökülüp bu unutulmuş kampa atılmıştır. Haliyle yeni rejimin mağdur ettiği Paris’e sahip çıkmak da bu Osmanlı evladına kalır. Çünkü 600 yıl boyunca her milletten, dinden insanın huzur içinde bir arada yaşadığı masalına Osman bile inanmaz belki ama bizim inanmamız istenir.
Bugün Lozan Antlaşması’nın yıl dönümü. Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesinin ardından imzalanan bu antlaşmaya ek olarak yapılan bir sözleşme ile Türkiye ve Yunanistan, din esasına göre bir mübadele üzerine uzlaşmıştı. Mübadele sırasında Türkiye’den 1 milyon 200 bin kişinin Ege’nin karşı kıyısına geçtiği tahmin ediliyor. Yunanistan’dan ise 500 bin kişi yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ne geliyor.
Milyonlarca insanın doğup büyüdükleri topraklardan kopartılıp hiç bilmedikleri bir diyara gitmek zorunda bırakılması çok hikâyeye konu olmayı hak ediyor kuşkusuz. Türkiye’de de yakın dönemde Çağan Irmak “Dedemin İnsanları” ve Yeşim Ustaoğlu’nun “Bulutları Beklerken” filmleri sinemadan iki örnek olarak hatırlatalım yeri gelmişken.
İstanbul Film Festivali ulusal yarışma kapsamında gösterilen Erkan Yazıcı’nın yönettiği “Uzak Ülke” de kendince bu tarihsel olaya değinmeye çalışıyor. Çalışıyor demek zorunda kalıyoruz çünkü tam olarak bir odak noktası olduğunu söylemek zor. “Mübadelenin ortaya çıkardığı durumları mı anlatıyor, yoksa onu bir fon olarak mı kullanıyor, acaba bir asker ile çocuğun dostluğunu mu anlatıyor” soruları film bittikten sonra bile karşılığını bulmuyor açıkçası.
Filmin İstanbul Film Festivali’nin sitesindeki kısa hikayesi şöyle: “On iki yaşındaki Trabzon Rum’u Paris, babasının annesi için yonttuğu hediyeyi almak üzere kamptan kaçar. Geri döndüğünde mübadillerin gönderilmiş ve kampın boşaltılmış olduğunu görür. Yeni rejim Binbaşı Osman’ı hain ilan etmiş, tutuklayıp mübadillerden boşaltılmış olan kampa kapatmıştır. Köklerin ve bağlılığın sorgulandığı bu alacakaranlık, yeni gemi gelene kadar ikisine de vatan olacaktır.”
Bu alıntıyı yapmamın bir nedeni var. Bu tür tanıtım metinleri "spoiler" olmaması için filmler hakkında çok genel geçer, muhtemelen ilk 10 dakikada vakıf olacağımız bilgiler içerir. Ve fakat bizim bu bilgilere vakıf olabilmemiz için filmin neredeyse bir saatinin geçmesi gerekti. Açılışta gördüğümüz Paris adlı Rum çocuğun bir süre sonra neden deniz kıyısında olduğunu bilmediğimiz bir kampta olduğunu anlamak epey zaman alıyor. Aynı şekilde Binbaşı Osman dışında kampta kimsenin olmaması, arada bir görünüp kaybolan iki asker dışında karşımıza kimsenin çıkmaması soru işaretlerini çoğaltıyor. Yönetmenin hikâyenin gizemlerini seyirciden sakladığını, dolayısıyla merakı artırmaya çalıştığını düşünebilirsiniz.
Ancak o vakit elli dakika boyunca birbirinin tekrarı olan sahne ve mizansenlerin gözümüzün önünden geçmesi sorununa bir çare bulunması gerekmez mi? Bütün bu süre boyunca Paris, kampın ortasına bir çit çekiyor ki kendi alanını tanımlayabilsin. İkilinin neden bir arada olduğu geriye dönüşlerle hissettirilse de anlayabilmemiz için elli beş dakika beklemek gerekiyor. Bu büyük sır çözüldükten sonra hikâyenin başka bir mecraya doğru akacağını, anne babasından ayrı düşmüş yapayalnız kalmış bir çocuk ile çok inandığı davasına ‘ruhunu korumak için’ ihanet etmiş bir binbaşının yeni bir kapı aralayacağını bekliyoruz. Ancak şöyle bir sahne karşılıyor bizi: Binbaşı Osman, Paris’e öğlen üzüm yiyeceklerini söylüyor, sonraki sahnede sahilde oturup üzüm yerlerken görüyoruz, Osman “kalanlar senin olsun” deyip gidiyor. Öylece kala kalıyoruz biz de Paris ile birlikte. Biz bunu niye izledik şimdi? Yani böyle bir sahne hangi amaca hizmet etmek için yazıldı ve çekildi acaba?
Eğer düşmüş bir Osmanlı subayı ile yetim/ öksüz bir Rum çocuğunun dostluğu anlatılacaksa bu fırsat geride kalan dakikalarda çoktan kaçırılmış durumda. Yeri gelmişken tek mekânla ve az oyunculu bir film çekmeye kalkacaksanız dersinizi çok iyi çalışmanız gerekiyor. Senaryonuz tıkır tıkır işlemeli, mizansenleriniz kusursuz olmalı, oyuncularınız dersini çalışmalı… Ancak “Uzak Ülke” için bunların hiçbirinin olduğunu söylemek zor.
Böyle bir ikilinin neden bir araya getirildiğine dair bir kehanette bulunmaya kalksak tanıtım metindeki “Yeni rejim Binbaşı Osman’ı hain ilan etmiş, tutuklayıp mübadillerden boşaltılmış olan kampa kapatmıştır” bu ifadede gizli olduğunu söylerdim. İkilinin karşılıklı oturup birbirlerine sırlarını anlattıkları ve Paris’in ‘general’ rütbesine yükseldiği sahnede Osman ile yeni rejim arasındaki sıkıntıyı da biraz olsun anlamış oluyoruz. Gazi Paşa ile İzmir’e giren komutan Osman yeni rejimin “padişah babamızı bile düşman ilan etmesi” karşısında sessiz kalamamıştır.
İşte savaşta cengâver Binbaşı Osman yeni rejim tarafından rütbeleri sökülüp bu unutulmuş kampa atılmıştır. Haliyle yeni rejimin mağdur ettiği Paris’e sahip çıkmak da bu Osmanlı evladına kalır. Çünkü 600 yıl boyunca her milletten, dinden insanın huzur içinde bir arada yaşadığı masalına Osman bile inanmaz belki ama bizim inanmamız istenir.
Film boyunca Binbaşı Osman’ın nerelerde bulunduğuna dair ara ara bilgiler ediniriz de, 1915’te memleketin neresinde ne yaptığına dair bir ima bile göremeyiz…