YAZARLAR

Kambur dediğin yaşantı yüküdür…

Figen Şakacı yalnızca aileden söz etmese de aile, anne, özellikle babanın konumu epey yer tutuyor anlattıklarında. Satır aralarına sinmiş mizahla birlikte. Babaya karşı çıkmadan, ‘hayır’ demeden nasıl birey olur insan? Yüksek sesle dillendirilen ve bedeli göze alınan her ‘hayır,’ sonrasında dert olur mu insanın içine?

“Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi beceremedik?”

‘Aile’ adı verilen ve tarihin bir aşamasında ortaya çıkıp büyük ölçüde mülkiyet ilişkileriyle belirlenmiş kurum, yaşamımızın olmazsa olmazı. Böyle gördüğümüz, başka bir formdan haberdar olmadığımız ya da bu konular üzerine pek kafa yormadığımız için. Aslına bakılırsa üzerine düşünmenin de yazmanın da zor olduğu bir konu.

‘Bir’ aile; anne, baba, kardeş, eş ve çocuk tipi ve düşüncesi yok herhangi bir zamanda. Dünyanın neresinde olduğunuza göre değişiyor aile tanımı. Tarihin hangi diliminde yaşadığınıza, benimsediğiniz ideolojiye ve hatta ortak kültüre sahip olduğu iddia edilen bir toprağın doğup büyüdüğünüz bölgesine göre de. Bir yandan kişiliğimizi belirleyen en güçlü etmen, diğer yandan o kişiliğin başımıza bir ömür açtığı dertlerin müsebbibi! “Ailem olmasaydı ne yapardım?” sorusu bir kez olsun aklına gelmemiş var mıdır? “Aile bağlarından tümüyle yoksun olsaydım, daha mutlu olur muydum?” Ailesizlik, ilişkisizlik, sorumluluk duygusundan masuniyet, müebbet sevinç ve üzüntüler olmaksızın yaşamak… Bilemiyor insan. Bir şey üzerine düşünebilmek ve yargıya varabilmek için öncelikle o şeyin bilgisine, deneyimine sahip olmak gerekiyor. Ailenin ‘kurum’ olarak var olmadığı bir hayat yaşamadık hiçbirimiz.

Şu satıra dek aileyle ilgili duygusal yüke sahip sözcükler kullanmadım. Çünkü öylesine çetrefil, karman çorman ilişkilerle şekillenmiş bir olgu ki, biri onsuz yapamayacağını düşünürken, diğeri adını duymaya tahammül edemiyor. Biri ömrü boyunca aile sahibi olmanın çilesini çekip her Allah’ın günü dünyaya geldiğine lanet okumuş, diğeri dinmeyen ve dinmeyecek bir özlemle yaşamış. Birine anlayışı, fedakarlığı, iyiliği, sevecenliği ve dayanışmayı; diğerine tacizi, tecavüzü, cinayeti, karanlık odalardaki şiddeti hatırlatıyor.

Zamanında bir arkadaşım, annesinden nefret ettiğini söylediğinde çok şaşırmıştım. Gerçi benim bir şeye şaşırmam için onun çok ilginç, şoke edici olması gerekmiyor! Ortaokulda ateist olduğunu itiraf eden sınıf arkadaşıma da inanamamıştım, örneğin. Yine de ‘anneden nefret’ sürpriz bir durumdu benim açımdan. Sonrasında bir iki kez benzer duygulara tanık oldum başka sohbetlerde. Demek ki olabiliyormuş.

Anne, baba, eş, çocuk, kardeş…

Babanın konumu hep biraz ‘babalar günü’ gibi sanırım. Var olmasına var, ancak büyütülecek bir şey değil, sanki! Kız çocukları için babanın yeri ayrı deniyor. Bilemiyorum. Gerçi kız çocuklarının da belli bir yaşa gelince gerçekleri fark edip rotayı anneye kırdığına çok tanık oldum. Aklın yolu bir olsa gerek! Babayla biraz daha mesafeliyiz. Öyle öğretildiğinden herhalde. Özellikle ‘Doğulu’ geleneklerinde ilişkiler daha katı kurallara bağlı. Ömrüm boyunca babamın yanında bacak bacak üzerine atarak oturmadım. Pek sorgulamadım bile. Çok severdim. Vefat ettiğinde otuz yaşındaydım, nasıl geçti zaman. Ardından düşündüm; bu kadar sevdiğim insana bir kez bile ‘nasılsın?’ sorusunu yöneltmemiştim. Öylesine bir sorudan değil, hakikaten, içten bir merak ve ilgiden söz ediyorum. Babaya sorulmuyordu demek ki böyle arkadaşça sorular ya da baba zaten hep çok iyiydi. Öyle olması gerekiyordu. İyi olmadığı, canı sıkkın anlarını hatırlıyorum fakat. Neden sormadım acaba? Sorsam anlatır mıydı? Anlatsa anlar mıydım? Geç meraklar bunlar. Bir de tabii şu ‘anne babayla arkadaşlık’ hevesi o zamanlar revaçta değildi. Bana da bir garip geliyor doğrusu arkadaşlık. Ben çocuğumla neden ve nasıl arkadaş olayım, mümkün mü böyle bir şey? Umuyorum çocuk da benimle arkadaş olmayı isteyecek kadar sıkıcı ve çaresiz bir hayat yaşamaz!

Yıllarca nohut oda bakla sofa evlerde birlikte yaşadığımız insanların ‘aslında’ kim olduklarını, ne yaşadıklarını, hissettiklerini pek bilemiyoruz. İlginç bir durum bu. İnsanın en yakınındakini layıkıyla tanımaması. Tanımak ve anlamak için fiziksel yakınlığın yeterli olamayışı. O evin iki adım dışına, eşiğe adım atınca yüz yüze geldiğimiz komşu kapısının arkasında yaşananları tahmin edebilir miyiz? Diğer ailelerde neler oluyor kim bilir? Aile olduklarına memnun mudurlar? Yoksa gidecek başka bir yerleri olmadığından mecburen mi yaşıyorlar o hayatı? Yoksul aileler, şiddetin eksik olmadığı aileler, çocuklara tecavüz edilen aileler, kederli aileler, kayıpları olan acılı aileler…

Aileyi temsil eden ‘ev’ miydi acaba? Otuz yıl aşkla yaşadığım şehirden İstanbul’a her yola çıkışımda, ‘eve gidiyorum’ dediğimi fark ettim bir gün. Demek ki…

Yıllar önce Radikal’de yayınlanan bir söyleşiden çok etkilenmiştim. Eski Türk filmlerinin meşhur bir ‘tuvaletçi kadını’ vardır, hatırlarsınız. Hatta bu filmlerin parodisi olan Arabesk’te de aynı roldeydi. Ömrünün son yıllarında gerçekleşen söyleşide, 'mutlu musunuz?' sorusuna mealen; “Eğer hayat buysa, kabulüm; ama başka bir yerde başka bir hayat ve mutluluk varsa oraya gitmek isterdim,” demişti. Hâlâ hatırladıkça hüzünleniyor ve bir kez daha düşünüyorum bu anlamlı, derin temenni üzerine. Seçmediği ve mutlu olamadığı bir aileye mahkûm yaşamak zorunda kalanlar aynı duyguyu hissediyor mudur? Yalnızca anne baba değil, kardeşler ve hatta bazen akrabalar, onların horantası… Rahmetli annem yıllarca köyden gelen akrabalara da bakmış, ablamlarla birlikte. Küçücük ev, koca sabahtan akşama ekmek parası peşinde, 1950’lerin 60’ların koşulları. İstanbul kenar mahallesinde ‘taşıma suyla’ ev çevirip (evde su olmadığı için) elde çamaşır yıkayarak, kıt malzemeyle yemek pişirerek geçen yıllar. Nasıl ‘hayır’ diyecekti? Var mı kadının böyle bir şansı? Hadi o gün yoktu, bugün var mı ki?

Fakat yaşlılığında o günleri hem çilesi hem de mutluluklarıyla andı. Kalabalığını, şenliğini özlüyordu. Eh serde gençlik de var, demek ki fazla dert etmedi bazı zorlukları. Merdaneli çamaşır makinesi ne büyük icatmış hakikaten! Biz bilmiyorduk ki ana babamızın tam olarak ne yaşadığını. Nasıl bilebilirdik? Ablamların, birbirlerinin elbisesinden yeni elbiseler diktikleri yoksunluk yılları… Muhtemelen hiçbirimiz, diğerinin tam olarak ne hissettiğini bilemeden geçirdik yıllarımızı. Birbirimize tahammül mü ettik peki? Sanmıyorum, hepimiz mutluyduk aslında, en zor anları bile bu duyguyla hatırlıyorum. Birbirimizi çok sevdiğimizi de. Pek öyle gençlik krizleri filan da yaşamadık, ya da hatırlamıyorum. İçimizde mi kaldı yoksa bazı krizler! Belki gençlik bunalımları da diğerleri gibi sınıfsaldır, herkese nasip olmuyordur!

Evin biraz dışında, eşikten gördüğümüz komşu kapıları… Sarı ışık, floresan ışığı sızan pencereler. Ne yaşandı onca yıl, bilmiyoruz, bilemezdik aslında. Gördüklerimiz, duyduklarımız ve bazen duymak zorunda kaldıklarımız, görmemek için başımızı çevirdiklerimiz oldu. Fena içiyordu biri, örneğin. İyi bir insandı, hiç kimseye zararı yoktu. Çok üzdü çoluk çocuğunu, mahcup etti hem kendisini hem çevresini. Bir gece soğukta almadılar eve adamcağızı. Ne yapsınlar, duyunca hanımına da kızamamıştım. Diğeri kötürüm oldu, yıllarca baktılar, yıllarca. Evden çıkamadı. ‘Ölümün de hayırlısı olmalı,’ nasıl da doğru, bilgece bir söz. Yıllarca hasta bakan insanların durumu çok güç değil mi? Neyse, elden ayaktan düşürmesin, diyelim…

Figen Şakacı, rahmetli annesinin “Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?” sözünü, dilini devralıp öyküler yazmış. İletişim’den geçen hafta yayınlandı. Kitabın adı “Kesekli Tarla.”

Kesekli Tarla, Figen Şakacı, İletişim Yayınları, 2020, 163 syf.

Yazarın hikâyelerinin hatırlattığı, düşündürdüğü çok şey oldu. Yaşamımda olan, olmayan, iyi ki böylesini görmemişim dedirten insanlık hallerini. İnsanın anlatamadığı ne kadar çok an var. Denese de anlatamayacağı. Bizimkiler de anlatmadı, anlatmayı hiç düşünmedi belki de; ya da belki, duygularını en yakınlarına aktarılacak değerde bulmadılar. Aile fertleri sırdaş mıdır, bilmiyorum. Bazen.

Figen Şakacı yalnızca aileden söz etmese de aile, anne, özellikle babanın konumu epey yer tutuyor anlattıklarında. Satır aralarına sinmiş mizahla birlikte. Babaya karşı çıkmadan, ‘hayır’ demeden nasıl birey olur insan? Yüksek sesle dillendirilen ve bedeli göze alınan her ‘hayır,’ sonrasında dert olur mu insanın içine? O değil de, belki çocuğun isyanının çoğu zaman sevgisizlikten kaynaklanmadığının anlatılamaması… Aman, neyse ne!

“Kambur dediğin yaşantı yüküdür; ha deyince sırtında bitmez insanın.”

İlişkilerin ürünü çaresizliği, dört duvar arasındaki mecburi muhabbetin tahammül edilmezliği, hayal edilen ile başa gelenin uyumsuzluğu, küçük dünyaların koskoca açmazları, marazi ruhlar… Betimlenen küçük dünyalar, o dünya içinde alınmaya çalışılan azıcık nefes, o nefesi çok görenler…Hayatı, kadını silikleştirerek yaşanmaz hale getirebilen erkeklik hali, görünmez olan kadının ısrarla aradığı mutluluk… Seçilmemiş eşyalar arasında iğneyle kuyu kazar gibi aranan kuytu köşeler, özel alanlar… Bir türlü anlatılamayan dertler ve aynı seksen metrekare içinde yaşayanların birbirini duymayışı, görmeyişi… Sona ermeyen vedalaşmalar…

Kitaptan bir cümle:

“Doğduğum evden çıkmış ama baba ocağından kaçamamışım gibi bir koku yayılıyordu evden.”

‘Nasılsın?’ diye sormak gerekiyor belki de, geç olmadan…


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.