YAZARLAR

Hilafet romantizmi nereden çıktı?

Türkiye’deki demokrasi güçleri dikkatini “hilafet romantizmi”nin bir dünya projesi olarak uygulanabilirliğine değil bu söylem üzerinden yaratılacak simgesel ve duygusal seferberliklerin iç siyasetteki seküler ve demokratik formları daha çok bastırmakta nasıl kullanılabileceğine yöneltmelidir.

Siyasetin gündemi son haftalarda bir hayli ısınmış durumda. Özellikle iktidara yakın bir yayın organının başlattığı hilafet tartışması hararetin daha da artmasına yol açtı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik Türkiye’nin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğunu belirtti ve hilafet önerisini “siyasal rejimimizle ilgili ortaya çıkan sağlıksız bir kamplaşma” şeklinde niteleyerek tartışmaya müdahil oldu. Yine Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın tartışmayı “yersiz, lüzumsuz” bulduğunu söyleyerek konunun “ilmi, dini ve siyasi olarak” bu zeminde ele alınamayacağını dile getirdi. Ancak bu açıklamalar hiçbir şekilde tartışmaların önünü alamadı. Çok değil daha bir yıl önce Ayasofya’nın ibadete açılması talebini “Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgah” diye reddeden Erdoğan’ın bugün yapıp ettikleri ortada. 2011’de Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan ilk ülke olmasıyla övünen AKP’lilerin bugün aynı konuda söyledikleri herkesin malumu. Böyle bakıldığında, Gerçek Hayat isimli derginin “Şimdi değilse ne zaman?” sorusuyla başlattığı hilafet tartışması, zamanlama ve yürütülme biçimi açısından AKP’lilerin her zaman icra ettiği kanaat teknisyenliğinin başka bir tezahürü gibi görünüyor.

Hiç kimse zamanı gelmiş bir tartışmayı yürütmekten kaçınamaz ve kaçınmamalıdır. Çünkü kaçınan sadece kendini kandırmış olur. Bir siyasi tartışma onu açığa çıkaran uzlaşmazlıkların artık eskisi gibi dengede tutulamayacağı aşamaya vardığında zorunlu hale gelir. Tabanındaki İslamcı kesimle bağlarını laikleşme sürecinde dindarların yaşadığı kayıpları gidermek üzerine kuran AKP siyaseti Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla bir sınıra varmış gibi görünüyor. Ayasofya’nın “zincirlerinden kurtarılmasıyla” İslami mazlumluk anlatısının en büyük simgesi de ele alındıktan sonra iktidarın sadece siyasetin kayıpları telafi eden, savunmacı bir siyasi söylemle yetinemeyeceği açık. “Hilafet için toplanın” çağrısı AKP’nin Türkiye’yi yönettiği uzun yıllar boyunca toplum psikolojisinde gerçekleşen dönüşümün kesin ve açık bir dışavurumudur. Söz konusu psikolojik dönüşümler, başkanlık sisteminin sağladığı yetkiler ezici meclis çoğunluğu ve yargının siyasallaşmasıyla denetimsiz kalan iktidarı yönlendiren en büyük gücü temsil ediyor. Devlet ile toplum ilişkilerindeki dönüşüm ile dış ve iç siyasetteki fay kırılmalarının açığa çıkardığı enerjiyi toparlayacak bir üst hedef ihtiyacı olarak hilafet önerisi buradan doğuyor. Yani tartışmayı açanlar bazılarının iddia ettiği gibi provokasyon yapmıyor, kendilerince varılan aşamada AKP siyasetine yeni bir ivme kazandıracak olan menzilin neresi olduğunu işaret ediyor.

Hilafet önerisinin gelişmelerle tutarlı ve iktidarca tartışılması istenen bir konu olduğunu görmek için bazı gelişmelere göz atmakta yarar var. Son haftalarda birbirinden farklı alanlarda önem taşıyan gündem maddeleri bir çırpıda sonuca bağlandı. Önce çoklu baro düzenlemesi, ardından Ayasofya’nın ibadete açılması ve son olarak sosyal medya kısıtlamaları hızlı bir şekilde hayata geçirildi. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışması da aynı sürat ve denetimsizlikle kararlaştırılacak meseleler arasındaki yerini almış gibi duruyor. İktidarın seri icraatları ve siyasetin yoğun temposu sanki önceden belirlenmiş bir “yapılacaklar listesinin” adım adım hayata geçirildiği izlenimini uyandırıyor. Hükümetin icraatları ilk bakışta sanki seçime hazırlık çerçevesinde birbiriyle ilgisiz alanlarda yapılmış müdahaleler şeklinde değerlendirilebilir. Oysa bugün atılan adımları bir bütünün parçaları olarak birbirlerine bağlayan ideolojik düzenlenişi ayırt edebilmek için daha geniş bir açıdan yaklaşmamız gerekiyor. Böyle yaklaşınca hükümetin değişik icraatlarına söylem ve eylem düzleminde tutarlılık kazandıran iki unsur şu şekilde belirginlik kazanıyor: İslamiyet ve Türklük.

Söz konusu unsurların ideolojik düzenlenişindeki temel mesele, içerdikleri karşıt ve yöndeş eğilimlerin ulus devletler çağında nasıl bağdaştırılacağı noktasında açığa çıkar. Farklı tarihsel kaynaklara ve ayrı gelişim yörüngelerine sahip bu unsurların içerdiği eğilimlerin buluştuğu kavşaklara “diferansiyel bağlantılar” adını veriyoruz. Bu bağlantıların diferansiyel, yani farklılaşan karakteri onlara zaman ve mekan açısından esnek bir özellik kazandırır. İslamiyet, dinin ortak bir kültür unsuru olarak kabul edilmesi ölçüsünde, ulusal birlik eğilimini güçlendirecek bir dinamik olarak görülebilir. Ancak inananlar arasındaki varsayımsal kardeşlik bağından ötürü ulus ötesi eğilimlerin gelişimi için bir dayanak da oluşturabilir. Örneğin Soğuk Savaş döneminde Türk-İslam sentezi adıyla tesis edilen bağlantı, esasen Türklüğün İslami karakterini sosyalist akımların din dışı maddeciliğiyle karşıtlaştıran anti-komünist bir yapılanma açığa çıkarmıştı. Şimdilerde yerli ve milli ideolojik biçim içinde farklılaşan bağlantı, İslamiyeti ulus-devletlerin aşındığı bir çağda Türklüğe küresel bir güç statüsü kazandırmanın aracı olarak kullanıyor.

İşte hilafet tüm icraatların yönelmesi gereken nihai hedef olarak bu bağlamda öne çıkarılıyor. Yapılan düzenlemelerin farklı gerekçeleri ve onlardan elde edilmesi beklenen meyveler hep İslamiyet ve Türklüğün soyut anlam çerçevesinde bütünleştiriliyor. Ayasofya’nın ibadete açılması devletin egemenlik haklarını kullanması, yani bağımsız bir ülke olma temelinde meşrulaştırılıyor. Böylelikle Türkiye büyük güçlerin dayatmalarına ve zorbalığına karşı duran ve direnen bir ülke olarak dünyaya takdim ediliyor. Sosyal medya düzenlemeleri Twitter veya Facebook gibi küresel şirketlerin merkezlerinin olduğu ülke hukukuna tabi olurken Türkiye’nin denetimine açık olmamasına dayandırılıyor. Yani temel mesele yine emperyalist güçler karşısında bir otonomi arayışı ve karşı güç alanı inşa etmekmiş gibi duruyor. Çoklu baro uygulaması baroları aşırı grupların denetimine açık kılan yapının dönüştürülmesi ve temsil adaleti sağlanmasıyla açıklanmıştı. Ancak tartışmaları tetikleyen olayın baroların Diyanet İşleri Başkanlığı’yla homofobi konusunda girdiği polemik olduğunu unutmamak gerekir. Batılı ve gayri-İslami değerlerin taarruzunu durdurmak için İslamcılarca verilen mücadelenin son hedefiniyse İstanbul Sözleşmesi temsil ediyor. Aile içi şiddeti, cinsiyet eşitliği ve cinsel yönelim ayrımcılığının sonucu olarak gören Sözleşme, din ve millet ekseninde tarif edilmiş aile değerlerini korumak adına karalanıyor.

O halde hilafet tartışması farklı sorun alanlarında izlenen politikaları bir direniş anlatısı içinde sunmak isteyen her söylemin örtük veya açık gündemi olarak hep mevcuttur. Zira ulusal düzeyde yakaladığı siyasi dinamizmi inançlı Müslümanların maruz kaldığı mağduriyetleri giderme söylemine borçlu olan AKP Ayasofya ile bu siyasal sermayenin verimli olarak kullanılabileceği düzeyin sınırlarına varmıştır. Hilafet, aynı söylemi dünya çapında yeniden üretebilmenin dayanağı olabilecek en güçlü yerli ve milli tahayyül biçimidir. Bu aşamada Türkiye’deki İslamcıların hilafet tahayyülünü günümüz dünyasındaki diğer hilafet tasarımlarından ayırt etmek büyük önem taşıyor. Esasen bir devlet inşa projesi olarak Hizb-ut Tahrir veya DAİŞ gibi örgütlerce savunulan hilafet projesi gücünü ve çekiciliğini küreselleşme sürecinin dinamiklerinden alıyor. Ümmetin siyasi birliği için yapılan çağrı, yankısını artık ulus devlet yurttaşlığının çözmeye muktedir olmadığı sorunların belirlediği siyasi uzamda kendine yer arayan Müslüman bireyler arasında buluyor. Ancak ulus devletler nispeten aşınmış olsa da halen uluslararası düzenin temel birimi olarak işlev görmeye devam ediyor. Hilafet arzusunun hayata geçirdiği savaş makinesi olarak cihat, ulus devlet sınırlarını ihlal ettiği ölçüde bir terör faaliyeti olarak değerlendiriliyor ve “teröre karşı savaş” bağlamında siyasal bir sorun karakteri kazanıyor.

Türkiye’deki İslamcıların hilafet önerisi, dünya çapında düzen bozucu ve sınır ihlal edici bir güç olarak davranacak bir cihat öğretisi kapsamında geliştirilmiyor. Hilafetçilerin Türkiye’de sorduğu soru şudur: Dünyadaki tüm dinlerin birliğini temsil eden bir oluşum varken, neden Müslümanları birleştirecek bir makam yok? Bu soruya bir yanıt olarak geliştirilen hilafet tasarısı, küresel bir savaş makinesinin eseri olacak bir devleti değil kadim ve unutulmaya terk edilmiş bir değerin tekrar hatırlanmasını yahut siyasal açıdan gasp edilmiş bir hakkın ihyasını talep ediyor. Onlarca Osmanlı tarafından yüzyıllar boyunca işletilmiş ve 1924’te ilga edilmiş bir makamın tekrar faal kılınması bu tasarının gerçeğe dönüşmesi için yeterli olacaktır. Zira hilafeti kaldıran kanunun birinci maddesinde şöyle denir: “Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilâfet makamı mülgadır.” Buna göre, hilafet bir ideal olarak Meclis’in anlam ve kavramına içkin olduğundan makam olarak ilga edilmiştir. Demek ki İslamcıların istediği şey aslında Meclis’in manevi şahsiyetinde zaten devam etmekte olan şeyin bir makam olarak yeniden ihdas edilmesinden ibarettir. Böylesi bir hilafet projesi, dünya üzerindeki tüm Müslümanların yurttaşı olduğu dünya çapında tek bir İslam devleti biçiminde düşünülemez. Zira Müslümanların yeryüzündeki demografik dağılımı ümmetin coğrafi sınırlarını devletin sınırlarıyla örtüştürmeyi imkansızlaştırır. Aynı şekilde Vatikan türünde örgütlenmiş ve ümmetin tüm mensupları için sembolik ve ideolojik bir merkez işlevi gören bir yapı olarak da inşa edilemez. Bizdeki İslamcıların istediği, tüm dünya Müslümanlarını yurttaş olarak içermese de mevcut uluslararası sistemde zaten yeri olan, Müslümanlar adına konuşup Müslümanlar adına davrandığı için büyük bir dünya gücüne dönüşmüş olan bir devlettir.

En azından Osmanlı tarafından 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından 1924’e kadar icra edildiği biçimiyle hilafet böyle bir şeydi. O zamanki uluslararası siyasetin çerçevesini oluşturan “Avrupa uyumu” içinde, Osmanlı da “düvel-i muazzama” denilen büyük devletlerden biri olarak Müslümanlar adına konuşabiliyordu. Şimdi AKP’lilerin “bölgesel güç olma”, “dünya beşten büyüktür”, “İslam medeniyet çınarı” veya “Mavi Vatan” adı altında geliştirdiği bütün politikalarda tarihin bastırdığı bu hilafet arzusunun değişik biçimlerini görmemiz mümkün. Ne var ki bir arzunun varlığı onun gerçekliğe dönüşmesi için yetmez. Bunun için onun muhataplarınca tanınması ve ciddiye alınması gerekir. Bugün küresel savaşta kendine bir yer arayan Müslüman diasporası içinde DAİŞ’in çıkardığı türden hilafet çağrılarının bir karşılığı vardır. Ama başka ulus devletlerin çatısı altında örgütlenmiş Müslüman toplulukları hedef alan Osmanlıcı hilafet çağrılarının gerçek bir karşılığı yoktur. Hatta Körfez ülkeleri, İran veya Avrupa Müslümanları ile Türkiye arasındaki çatışmalar bu beklentinin tam tersinin gerçek olduğunu gösteriyor. O yüzden Türkiye’deki demokrasi güçleri dikkatini “hilafet romantizmi”nin bir dünya projesi olarak uygulanabilirliğine değil bu söylem üzerinden yaratılacak simgesel ve duygusal seferberliklerin iç siyasetteki seküler ve demokratik formları daha çok bastırmakta nasıl kullanılabileceğine yöneltmelidir. Hilafet söylemi, iktidar açısından mazlumluk anlatısının küresel düzeyde yeniden üretilmesinin bir aracıdır ve iktidar, zulümden söz ettiği her yerde esasen kendi yarattığı mağduriyetlerin üzerini örtmek dışında bir şey yapmamıştır.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.