Devlete mesafe koymak
Merkez liberalizmin diğer kanadı ulusalcıların da ufku devletti; kamudan, anayasanın “herkes”inden ayrılmış, herkesin kendi payı kadar yer bulabildiği bir güçlü devlet. Erdoğan ikisine de yetmeyeni, ikisinin de arzularını kendi yolunun zemini yaptı.
Devlet kavramına ilişkin tartışmalarda alınan pozisyonlar, kavrama ilişkin yöntemsel yaklaşımlar politik olarak yüklüdür. Türkiye’de belki de bir dönemin en verimli tartışmalarından Asya Tipi Üretim Tarzı tartışması örneğin hiçbir zaman bir tarih tartışması olmamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ilişkin önemli tartışmalar da öyle. Fakat tüm bu birikimin sonrasında Türkiye’de hem akademik hem de politik tartışmalarda popüler devlet tartışması olarak kala kala ceberut devlet kavramı etrafında dönen bir yaklaşım kaldı. Tuhaf ama devlete ilişkin yaklaşımlar arasında siyasal iktidar tarafından en çok kullanılan iki kavramdan biri bu. Diğeri İdris Küçükömer’in yukarıda andığım tartışmalara referansı olan ve çok verimli bir yol açan kavrayışının Şerif Mardin tarafından merkez-çevre anahtarına indirgenmesi ve ardından birkaç türevinin daha alınmasıyla AKP’nin siyasal hegemonyasının entelektüel yığınağını oluşturması. AKP’nin siyasal rıza üretim döneminin liberal entelektüeller tarafından karşılanan entelektüel yığınağının bu iki temel kavramı, Türkiye’de devlete ilişkin liberal eleştirinin nasıl kendini iptal ettiğinin de bir kanıtı. Ne çakışma ki 15 Temmuz’un hemen ardından, devletin kararnamelerle yönetilmeye başladığı dönemde Erdoğan’ın “Türkiye, 'ceberrut devlet' anlayışından kurtulmuş, 'İnsanı yaşat ki devlet yaşasın' anlayışını esas alan bir yaklaşıma geçmiştir” açıklaması gelmişti. Referans, liberal eleştirinin temel kavramlarından birineydi. Liberal eleştiri ise hâlâ aynı kavramı kullanıyor. Çünkü, liberal eleştiri, her zaman devletler arasında bir devlete referansla düşünmek zorunda. Ütopyacılıkla suçladıkları Marksist devlet kavrayışı karşısında ütopyaları bekçi devletin ötesine geçmiyor, sınırları “nötr” bir devletin bekçilikten başka hiçbir şey yapmamasına kurulmuş. Siyasal olarak aldıkları tavırları da buradan okumak gerek. Hatta siyasal olarak içine girdikleri angajmanları da. 2000’li yılların meşhur kavramları olan vesayet, sivillik, statükoculuk gibi kavramların fırtınaya kapılıp uçup gitmesi de angajmanların zorunlu kopuşu ile ilgili.
Türkiye’de merkez liberalizmin* diğer ucu olan ulusalcılar ile liberallerin AKP’nin harcına yanlarında da olsalar karşısında da sürekli su taşımasının nedeni bu oldu. Erdoğan aştığı bütün diktatörlük eşiklerinde yetmez ama evet merkez liberalizminin devlete ilişkin yaklaşımından beslendi. 12 Eylül 2010 referandumunda liberallerce benimsenen bu formül; dokunulmazlıkların kaldırılmasında, savaş tezkerelerinde ulusalcılar tarafından uygulandı. Devlete ilişkin arzu, Erdoğan tarafından hep diktatörlük yolunda maniple edildi. Devrimci öğretmen Metin Lokumcu öldürüldüğünde ona Ergenekon’un çevresinin çevresi diyenin de arzusu “iyi devlet”ti, Afrin’e gönderilen bombaya adını yazanın da. Çünkü merkez liberalizmin diğer kanadı ulusalcıların da ufku devletti; kamudan, anayasanın “herkes”inden ayrılmış, herkesin kendi payı kadar yer bulabildiği bir güçlü devlet. Erdoğan ikisine de yetmeyeni, ikisinin de arzularını kendi yolunun zemini yaptı. Liberal, “vesayetten kurtulmak” için yargının cemaate teslim edilmesine, “devletin çetelerden temizlenmesi” için burjuva hukuk devletinin en temel ilkelerinin çiğnenmesine göz yumdu; ulusalcı Kürtlerin eşit yurttaşlık talebine karşı cumhuriyetin temel kuruluşunun ortadan kaldırılmasına ses çıkarmadı.
Sürekli gündeme getirilen “yetmez ama evet” tartışmasını ve apolitik düzlemini anlamakta güçlük çektiğimi söylemeliyim. Siyasal iktidar, cumhuriyeti ortadan kaldıracak icraatını açık polis şiddeti ile hayata geçirirken dönem dönem yan yana durmuş aynı mecralarda yazmış, aynı partilerde siyaset yapmış insanların birbirlerine apolitik bir düşmanlık üzerinden saldırmalarını kavramak zor. Çünkü mesele çok politik bir zeminde duruyor ve etkileri hâlâ sürüyor. Yargının cemaate teslim edilmesi içeriği, okumayı bilen herkes tarafından anlaşılan bir değişiklik metniydi bu. Yine de anlamayanlar için Fethullah Gülen’in ölüleri bile oy kullanmaya çağırması meselenin anlaşılması için yeterliydi. Temel haklara ilişkin somut hiçbir iyileştirme yoktu. Ayrıca ilişkisiz maddeler içeren değişikliğin aynı paket ile halkoyuna sunulması da anayasa yapımı bakımından kabul edilebilir değildi. Fakat yürütülen politika bir duyguya dayandı, 12 Eylül Anayasası’nı ortadan kaldırmak… Değişiklik Erdoğan’ın anayasasızlaştırma hamlelerinden ilkiydi. O zaman da bu içerik tartışılmadı, bugün de tartışılmıyor. O zamanların duygusu anlaşılmadı, politik olarak üzerinde çalışılmadı, bugün de anlaşılmıyor, çalışılmıyor. Tartışmanın bu biçimde sürmesinin tek sonucu ise, politik bir eleştirinin ortaya çıkmasının asla mümkün olmaması.
“Yetmez ama evet” liberal bakış açısının “iyi devlet” arzusu ile sürekli kırılmasından, tabii bu iyi devlet ile angajmana girme arzusundan kaynaklandı. Erdoğan’ın dönem dönem ismi ön plana çıkan danışmanlarına, bir dönem AKP Siyaset Akademisi’nde ders veren isimlere baktığınızda her iki merkez liberal uç için bunu görmeniz zor değil. Devlet olma, onun sahibi olma ya da ona akıl verme arzusu ise sadece kaba maddi çıkar ile açıklanabilir bir şey değil, özellikle de entelektüeller için. Bunun ideolojik arka planını gözden kaçırmamak gerek.
Taraf yazıları ile yukarıda anlattığım yığınağın önemli ideologlarından olan Halil Berktay’ın Independent Türkçe’ye verdiği mülakatta söylediklerini okuyacak olanlar tartışmanın düzeyini kolaylıkla anlar. Baştan aşağıya kibir ile dolu olan Berktay, öngörüsüzlüğünü, siyasetin öngörülemez olduğuyla; referandum konusu değişikliğin içeriğini de içeriksizlik eleştirisi ile karşılıyor. AKP ile kurduğu ittifakın ya da girdiği angajmanın adını da 'zaten tüm siyaset yetmez ama evet siyasetidir' olarak açıklıyor. Elbette, 2000’li yıllarda çok kullandığı vesayet, sivillik, darbe, statüko gibi o zamanki gerekçelerini oluşturan kavramlar artık yok.
****
Türkiye, derinleşen siyasi krizi, iktisadi çöküşü ve İlhan Uzgel’in alt-emperyalizm olarak tanımladığı devletler sistemindeki rolünde girdiği çıkmazlar ile yeni bir eşikte. Erdoğan, rejime ilişkin tahkimatını baskı aygıtlarını güçlendirerek ve artık gerekçelendirmeye, rızaya çok daha az ihtiyaç duyarak yapıyor. Devletin kime ait olduğu Erdoğan-Bahçeli tarafından çok açıkça vurgulanıyor. Vestel fabrikasında olanlarda, İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin yürütülen tartışmada, mahkemelerin surelere dayanan, padişah vakfiyelerine dayanan kararlarında, Kürt Dili Edebiyatı Bölümleri’nde Kürtçe tez yazımının yasaklanmasında, Kaz Dağları’nda… göstere göstere önümüze konuyor.
Belki ‘yetmez ama evet’e ilişkin olamayan, bu düzlemde sürmemesi sürmesinden daha hayırlı olacak tartışmanın olabilir tek tartışması devlet ile mesafenin anlamına ilişkin yürütülebilir bugünün koşullarında.
Böyle bir dönemde kendi kendini yalanlamayan, merkez liberalizmin dışına çıkabilecek, mevcut sistemi karşısına alan, sınıf içeriğini arka plana atmayan, eşitlikçi eleştiriye, politik eleştiriye ihtiyaç var. Devlet ile gerçek mesafeyi sağlayacak bu düşünme imkanını Gezi direnişinin siyasal temsile ilişkin pratikleri güçlü bir biçimde sunmuştu: Basit bir tez, “insanların üzerinde değil, şeylerin üzerinde bir yönetim” mümkün. Devlete akıl vermek, devlet olmak arzusunun karşısına çıkabilecek en güçlü tezdir bu. Tabii örgütlendiğinde, özneleşme süreçlerinde ortaya çıktığında ve her örgütlenme pratiği bununla sınandığında…
* Bu kavramı, kapitalist dünya sisteminin jeo-kültürü bağlamında Wallerstein’den ödünç alarak kullanıyorum.