Nursuna Memecan: Tayyip Bey bunları söyletmezdi eskiden
Nursuna Memecan’ın AKP ile yolları ayrılalı çok oldu. Ancak bir zamanlar evinde yemekte ağırlayacak kadar yakın çalışıyordu Tayyip Erdoğan ile. Brüksel’de gazetecilik yaptığım dönemden itibaren mesaide sık sık kesişti yollarımız kendisiyle. Birkaç gün önce telefonda “Kahroluyorum” diye konuşmaya başladı. Gerisini kendisinden dinleyin...
Türkiye’de erkekler, son bir ay içinde en az 80 kadına şiddet uyguladı, 32 kadını ve en az üç çocuğu öldürdü. Aralarında oğlan çocukların da olduğu en az 27 çocuğu istismar eden erkekler, en az 15 kadını taciz etti. Erkekler en az 113 kadını da seks işçiliğine zorladı.
Son bir ayda kaybettiğimiz 32 kadının 19’unu kocası/eski kocası, 5’ini sevgilisi, 2’isini damadı, birini kardeşinin eski sevgilisi, birini kızının eski sevgilisi, birini kocasının babası, birini babasının arkadaşı, birini oğlu, birini de kendisine ev gezdiren emlakçı öldürdü.
Özetle son bir ayda Türkiye’de öldürülen kadınların yüzde 59’unu tanıdıkları bildikleri erkekler ev içinde öldürdü. Bu rakamlar, erkek şiddetinin çetelesini derli toplu bir biçimde tutma konusunda titiz çalışan Bağımsız İletişim Ağı’nın (Bianet) son derlemesinden.
Takdir edersiniz ki bu rakamlar sadece yargıya intikal etmiş ya da en azından bir biçimde rapor edilmiş vakaları yansıtıyor. Mesele aile içi şiddet/taciz/tecavüz oldu mu hâlâ büyük ölçüde kol kırılıyor yen içinde kalıyor. Türkiye’de azımsanamayacak sayıda kadına kendilerine ev bildikleri dört duvar arasında yaşatılan travmaların derinliğini rakamlarla ifade etmek de pek mümkün değil zaten.
Tam da bu nedenle ülkenin farklı ideolojik mahallerinden yüzbinlerce kadın aynı çığlıkta buluşabildik. Hem de biz kendi aramızda kutuplaşmaya devam edelim de hiç yan yana gelemez olalım diye yırtınan erkek politikacılara rağmen ve inat.
İstanbul Sözleşmesi, doğrudan kadına yönelik şiddeti, daha önemlisi kadına yönelik ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa sözleşmesidir. Sözleşme, 2011 Mayıs ayında İstanbul’da imzaya açıldı ve Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. 45 Avrupa Konseyi üyesi devlet tarafından imzalanan ve 34’ü tarafından onaylanan İstanbul Sözleşmesi’ni ilk onaylayan ülke Türkiye idi.
Şimdiye kadar hiçbir devlet bu sözleşmeden çekilmedi.
Bugün bu memleketin kadınları olarak bizler nefesimizi tutmuş acaba iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi İstanbul’umuzun ismini taşıyan bu kıymetli belgeyi hukuken yırtıp atacak bir adım atacak mı diye elimiz böğrümüzde bekliyoruz. Devletlere -bizimkine ve onaylamış olan diğer 33’üne- bizleri koruyup kollama konusundaki sorumluluğunu hatırlatarak önlerine bir yol haritası koymanın neresinin “emperyalizm” ile ya da “Batı ahlaksızlığının ihracı” ile izah edilebildiğini de ben bugüne kadar anlayamadım. Sanıyorum zaten bu iddianın bazı sahipleri de kadınların Türkiye sınırlarını aşan infiali karşında geri vitese takmış.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın da yönetiminde olduğu KADEM’in yaptığı açıklamanın -içindeki tuhaf ‘ama’lara rağmen- mutlak karar alıcıların nihai kararında kritik rol oynayacağını düşünenlerdenim. Bu süreçte az mı çok mu etkili olacağına bakmaksızın bir diyeceği olan herkesin ses çıkartmasına toplumsal mutabakatlara sadece gerçekten özgür bir tartışma ortamında ulaşabileceğimizi hatırlatan bir egzersiz olarak da bakıyorum.
24. Dönem Sivas Milletvekili Nursuna Memecan da İstanbul Sözleşmesi konusunda söyleyecek sözü olanlardan. Sözleşme metni hazırlanırken Nursuna Memecan iktidar partisinin vekili olmanın ötesinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Türk Delegasyonu Başkanı idi. Bunu bana hatırlatan Türkiye’deki feminist hareketin emektarlarından avukat Hülya Gülhabar’ın bir demeci oldu. Gülbahar İstanbul Sözleşmesi’nin son derece “yerli ve milli” bir metin olduğunu hatırlatırken kelime kelime yazanlar arasında Memecan’ın da, Fatma Şahin’in de olduğunu hatırlatıyordu.
Nursuna Memecan’ın AKP ile yolları ayrılalı çok oldu. Ancak bir zamanlar evinde yemekte ağırlayacak kadar yakın çalışıyordu Tayyip Erdoğan ile. Brüksel’de gazetecilik yaptığım dönemden itibaren mesaide sık sık kesişti yollarımız kendisiyle. Henüz o dönemde kendi partisi içinde rahatlıkla destekçi bulan özgürlükçü görüşleri nedeniyle Milli Gazete’nin, Akit’in çok saldırısına uğradığını hatırlarım.
Birkaç gün önce kendisinden aldığım telefon da bu nedenle şaşırtmadı beni. “Kahroluyorum” diye konuşmaya başladı. Gerisini kendisinden dinleyin:
“Mevzu bahis sözleşmenin adı İstanbul Sözleşmesi. Adı İstanbul olan bir sözleşmeden Türkiye çekilecek! En hafif deyimle trajikomik.
Türkiye’de imzaya açılsın, adı İstanbul olsun diye biz önayak olduk. İftihar ettiğimiz bir çalışma olduğu için İstanbul adını verdik. İlk meclisten geçiren biz olduk. Türkiye’nin iftihar etmesi gereken marka işlerden bir tanesidir. Bunun yıpratılmaya çalışılması kahretti beni.
O dönem AK Parti’nin önceliğiydi zaten kadına şiddet konusu. Yani mesele Avrupa’nın meselesiydi de biz kendimizi onun içinde bulmuş değiliz. Tam tersi, biz bunu Avrupa Konseyi’nin gündemine taşıdık. Temel olarak kadınları ve çocukları korumak adına kaleme alınmış bir sözleşmedir. O dönem AK Parti içinde sözleşmenin ruhuyla örtüşen bir ruh vardı. ‘Kadın güçlenirse, kadın itibar görürse Türkiye daha güçlü olur’ görüşü hakimdi. Tanıdığım Tayyip Bey’ın muhafazakar kadınların da hayatın tüm alanlarında varlık göstermesi için siyaseten o kadar emek vermesinin arkasında da bu vardı.
O dönem AK Parti içinde ‘Kadın güçlenirse aile kurumu çöker’ şeklinde bir şey duymanıza imkan yoktu. Bu tür bir şey söyleyenler olsa dışlanırlardı ve çok ayıplanırlardı. Devrimci bir anlayış hakimdi içeride. Tayyip Bey de konuşturmazdı. Bizim bütün çalışmalarımızı destekleyen o zamanki Tayyip Bey’di.
Bence bugün de metni doğru düzgün okuyup anlayan kimse gördüğüm itirazları dile getirmez. Bugün İstanbul Sözleşmesi’ne itiraz edenlerin söyledikleri AK Parti’nin benim içinde olduğum dönemdeki anlayışına son derece ters.
Bu sözleşme şiddetin her türlüsüne ve herkese yönelen şiddete karşı çıkıyor. ‘Kadına karşı şiddet olmasın, çocuğa karşı şiddet olmasın, adama karşı şiddet olmasın ama LGBTİ bireye karşı şiddet olabilir’ mi denecek? Mesele bu mu? ‘Şuna karşı şiddet olabilir’ diye bir yaklaşım olabilir mi? İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmaktan vazgeçince tasvip etmediğimiz insanlara karşı şiddet uygulanmasına itiraz etmekten vazgeçip rahatlamış mı olacağız?
LGBTİ konusu bütün muhafazakar, dini öne alan toplumlarda hassas bir konudur. Sözleşmenin müzakeresi sırasında İrlanda heyetinin koyu Katolik bir üyesi de bu konuyu ısrarla gündeme getirmişti mesela. LGBTİ bireylere bakışınızı değiştirin diye dayatmıyor ki bu sözleşme.”
Elçiye zeval olmaz.
İktidar partisi içinde Nursuna Memecan’ın anlattığı dönemi hatırlayan kaldıysa onlara da sıkı bir nostalji olmuştur eminim.