YAZARLAR

Burak Delier: Anti-hiyerarşik bir teklif

Burak Delier, SALT Çalışma Grupları ve Berlin’deki Galerie Wedding’de ortaya koyduğu, kavramsal ve ilkesel olarak birbirine dirsek temasında olan son dönem tartışma ve sergi projelerini anlattı: “Bizim içinde olduğumuz araştırma ve düşünme çabasında, ‘hoca, usta, çırak...’ vs. gibi hiyerarşik konum belirten sıfatlara yer yok.”

Sanatçı ve akademisyen Burak Delier, SALT’ın düzenlediği ‘Çalışma Grupları’nın ikinci programında yedi oturumluk bir atölyeye imzasını attı. ‘Ölüm / Hayat Olasılıkları’ başlıklı program dün başladı ve 31 Ekim’e değin sürecek. Aslı Zengin, Umut Tümay Arslan gibi isimlerin de yer alacağı programda, ‘Ölümün Mekânsal Kıyıları’ ve ‘Her Zaman Ölüm ve Hayat Arasında: Biyopolitika, Zombiler ve Vampirler’ gibi konular işlenecek.

Berlin Senatosu ve Federal Dışişleri Ofisi’nin desteğiyle süregiden DAAD – Berlin Misafir Sanatçılar programı davetlisi bulunan Delier, öte yandan son dönem iki yapıtı olan Bardergi (2018) ve Pontoporos’u da (2019), Galerie Wedding’de sergilemeye başladı.

‘Ve O Şarkı Bize Muska Oldu’ isimli sergiye, yine aynı program dahilinde Berlin’de bulunan Litvanyalı Ieva Epnere ve İsveçli Runo Lagomarsino katılıyor. Sergi, ismini Roberto Bolano’nun 1998 tarihli romanı ‘Muska’dan alırken, etkinlik süregiden dinsel, ekonomik ve politik sistemlere karşı sanat ve şiirin kudretini keşfetmeyi öneriyor.

3 Eylül’e kadar sürecek serginin küratörlüğünü Melanie Roumiguere ile Malte Roloff üstleniyor. Sergi ayrıca, Natasa Ilic ve Solvej Helweg Ovesen’in geliştirdikleri ‘Yumuşak Dayanışma – SoS’ sergi programının bir parçası olarak izleyiciye sunuluyor. Bu koşullarda biz de, Delier ile yürüttüğü çalışmaları ve gündemi, Berlin – İstanbul hattında ele alma fırsatı yakaladık...

SALT’ta süregiden çevrimiçi Çalışma Grupları’nın programını oluştururken, kişisel yapıt üretim sürecindeki sosyal, çoğulcu, neredeyse filozofik-akademik tavrın bir etkisi oldu mu? Zira, bir yandan da Galerie Wedding’de gösterilen iki yapıtının da ‘karın ağrıları’ bunun üzerine, bilginin, kültürün doğum yerlerine yönelik olarak kuruluydu. Bilgi ve kaynak, usta ve çırak, alan ve veren ilişkisi... Bu açıdan programı yorumlar mısın? 

Elbette, sanat ve hayat -ikisini birbirinden ayırmıyorum- anlayışım deneyime, denemeye dayalı bir öğrenme sürecinde temelleniyor. Başka bir yerde söylemiştim, bugün sanat eğer bir öğrenme işi değilse, güncelliğimizi tamamen ıskalama tehlikesi ile karşı karşıyadır. İş üretim süreci ile bu tür araştırma süreçlerini de birbirinden ayırmıyorum. Yani önce araştırıyorum ve sonra iş üretiyorum değil; yaparken araştırıyorum, araştırırken yapıyorum. Her şey birbiriyle örtüşüyor.

Aslına bakarsanız Salt'taki programı sonradan yapmadım; zaten üzerinde çalıştığım, yazdığım, düşündüğüm şeylerdi. Araştırmamı biraz yapılandırdım ve hem davetli konuşmacılar hem de çalışmaya katılacak olanları katkı sunabilecek ve halihazırda "ölüm biçimlerini/olasılıklarını nasıl yaşam biçimlerine/olasılıklarına dönüştürürüz" sorusu ile üretimleri ve tecrübeleri bir şekilde ilişkilenen insanlardan oluşturduk.

Bizim içinde olduğumuz araştırma ve düşünme çabasında "hoca, usta, çırak..." vs. gibi hiyerarşik konum belirten sıfatlara yer yok. Bu sadece daha demokratik, yatay ve eşitlikçi olduğu için değil, sorduğumuz, soracağımız soruların radikalliği dolayısıyla bir zorunluluk olduğu için de böyle.

Bu radikalliğin kaynağını da şöyle özetlemek mümkün: Günümüzde dünya bir kırılmanın eşiğinde ve eskisi gibi devam edemeyiz, konuşamayız, düşünemeyiz ve bütün değerlerin, en başta "yaşamsal" ve "ölümcül" olanın yeniden değerlendirilmesi gerekiyor; o zaman nasıl düşüneceğiz, konuşacağız, üreteceğiz ve var olacağız?

Soru bu şekilde sorulduğunda kimsenin kimseye öğreteceği bir şey yok ve herkesin herkesten öğrenebileceği ve yeni beceriler kazanarak -başta estetiği yaşamsal addeden belirli bir beraber yaşama etiği ve becerisi olmak üzere- kendi yaşama/sanat tekniklerini geliştireceği bir ortam ortaya çıkıyor. Mahkûm edildiğimiz ölüm biçimleri ile ancak bu tür yaşamsal ortamları çoğaltarak mücadele edebiliriz.

Galeri Wedding'de sergilenen işler (Bardergi projesini anlatan bir video ve Pontoporos adında Mersin'de kurulan Kültürhane'yi ses ve görüntü olarak yorumlayan bir video ve ses yerleştirmesi) de bu yaşamsal ortamları nerede bulabilirim, nasıl ortaya çıkartabilirim, nasıl düşünebilirim, onlardaki yaşamı nasıl çoğaltabilirim sorularından çıktı. Günümüzde ne üniversite bilginin ayrıcalıklı yeri ne de sanat kurumları sanatın ayrıcalıklı yeri. Bunlar belirli öznelik performanslarının, uzlaşıların, üretim biçimlerinin beklendiği, disipline edilmiş öznelerin ve bilgilerin kurgulandığı ve yönetildiği yerler/kurumlar. Bu öznelik ve bilgi/kültür biçimlerinin ötesinde ise bu kurumların bilgi veya sanattan saymadığı varoluş, düşünüş, yapış-ediş biçimleri var. (Elbette, burada popüler ve endüstriyel kültürü de ayırmak gerekiyor. Bu alanlar da en az sanat kurumları ve üniversiteler kadar, hatta onlardan daha fazla yönetilmekteler.) Bu tabandan ve deneyimden kaynaklanan varoluş, yapış-ediş ve biliş biçimleri mantıklı, akıllıca, temiz, düzgün, gidimli, tam değiller; bunun yerine somut, fiziksel ve dolaysız deneyimden kaynaklanıyorlar, beklenmedik bağlantıların kurulmasına, gündelik hayatın mucizelerine, bazen saçma, bazen anlamsız gelebilen oluş biçimlerine, tamamen imkânsız atılımların gerçekleşmesine açık yerler.

Buralarda, üniversitenin ya da sanat kurumunun ancak kendisini dünyadan kopararak, kendine kendinden menkul sembolik ve temsili bir statü addederek zorla kurgulayabildiği olağanüstülüğüne karşılık, barın, kafenin, mutfağın, atölyenin, kitapevinin, tarlanın, dükkanın, kayıt stüdyosunun ayakları yere basan ve tam da bu yüzden sıçrama yapmaya açık, yerden olağanüstülüğü ile karşılaşıyoruz.

Yersiz yurtsuzlaşma, epeydir güncel sanatın meselesi oldu. SALT’ın atölye programıyla üretime-dolaşıma soktuğun bireylerin kimi veya neyi temsil edeceklerini düşündün?

Burada "yersiz yurtsuzlaşma" olarak tanımlayabileceğimiz bir şey olduğunu düşünmüyorum. Sanat, sosyal bilimler, fen bilimleri uzun zamandır birbirleriyle ilişkili. Davetli konuşmacıları bir temsiliyet mantığı içinden bakarak davet etmedim. Üretimlerini, araştırmalarını takip ettiğim insanlardı.

Ölüm ve yaşam olasılıkları/biçimleri diye bir çalışma başlığı attıktan sonra Aslı Zengin'in mezarlıklar üzerine yaptığı çalışmanın akla gelmemesi mümkün değil. Umut Tümay Arslan'ın sinema ve etik üzerine çalışmalarının önemini sinema ile biraz ilgilenen herkesin teslim edeceğini düşünüyorum. Etik ve sinema arasındaki bağ Tümay Arslan'ın çalışmalarında neredeyse kendiliğinden kuruluyor ve bu benim için çok değerli.

Disipliner ayrımlar dünya, yaşam ve ölüm hakkındaki bilginin bilinir olduğunu iddia eden ve geçmişte kalması gereken dünyaya ait. Estetik, etik, siyaset ve felsefe arasındaki ilişki koparılamayacak şekilde birbirine bağlı, bunları birbiri ile sürekli etkileşim içinde olan açık disiplinler olarak düşünmeliyiz.

Nadide Kısa Anıtı’ndan bir kare, Plaza Eylem Platformu (Burak Delier’in katkılarıyla)

Ölüm ve hayat olasılıklarını SALT’taki Çalışma Grupları’nda masaya yatırdığınız bu süreçte, insanın yaşamak adına ürettiği çözümleri yeterince ikna edici ve samimi buluyor musunuz?

"İnsan" diye bakmak çok doğru değil. İnsanı nereye yerleştirmeliyiz: Modernliğin bir öznesi olan köle taciri tarafına mı, yoksa köle tarafına mı? Ya da Nazizm bu bahsettiğimiz insanlığın neresinde duruyor? Ya buldukları "çözüm"? Yaşamanın ve ölmenin bir çözümü, hele ki bütün sorunları bir seferde çözen bir çözümü olduğunu düşünmek belki de modern insanın en büyük yanılgılarından biriydi. Bu tür çözümlere duyulan ve aslında son derece insani olan ihtiyaç benim "ölüm biçimleri" diye adlandırdığım hayatımızı kuşatan mekanizmaları üreten ve sürdüren duygusal, siyasal, toplumsal ve ekonomik yatırımın temelinde bulunuyor.

İnsanlığın hayat/ölüme karşı bulabildiği aile, din ve ırk -belki sermaye ve sınıfı da eklemeliyiz- gibi çözümler veya teknolojik ilerlemeyi merkezine ve hedefine koyan yaklaşımlar -örneğin transhümanizm gibi- hayat/ölüm sorununa ancak İskender'in Gordiyon Düğümü'ne bulduğu çözüm türünden bir çözüm bulabilirler. Oysa, ortada çözülecek bir sorun ya da problem yok. "Sorun" çözüldüğünde, daha doğrusu çözülebileceği ve çözüldüğü sanıldığında aslında, sorun olmayan sorunu ertelemekten ve kendini dünya üzerinde iktidar sahibi olan bir özne gibi duyumsamanın acınası kudretlilik yanılsamasından medet ummaktan başka bir şey yapılmış olunmuyor.

İnsanlık bir tür nevrotik çocukluk hastalığı ile malûl; umuyorum, bu biçare, kendi kırılganlığının nasıl bir değer ve potansiyel barındırdığını çok geç olmadan farkına varır ve sorun olarak algıladığı ama aslında hayatın mucizesini saklayan düğümü sahiplenmesini -çok geç olmadan- becerebilir.

Pandemi ve küresel iklim değişikliğinin, Dünyayı zorunlu bir dönüşüme sürüklemesi, kültür ve sanata olan sadakatiniz ve sorumluluğunu zedeledi mi?

Hayır, aksine. Ancak şunu söylemeliyim, sanata inancını kaybetmemiş bir sanatçı henüz sanatçı haline gelememiştir. Ezberini güçlendiriyor, başarıya emin bir yol diye düşündüğü geçmişin ya da günün formüllerini tekrar ediyordur. Bu tıpkı itikadını sorgulamayan bir din adamının henüz inanan biri olmamasına benziyor. Ben, sanata bugün çok daha fazla inanıyorum ve sanatın kurtarıcı bir rol oynayabileceğini düşünüyorum.

Fakat, eğer, kültür ve sanat diye bahsettiğiniz "eski" ya da "yeni normal"e ait kurumlarsa, onlara karşı ne sadakat ne de sorumluluk hissediyorum. Hepimizin bu kurumlara, sanata ve kültüre, bu kurumların bizi yerleştirdiği, bizim de rahatsız da olsa yerleştiğimiz öznelik konumlarına, verili ve tanınmış üretim biçimlerine şüphe ile yaklaşmamız gerekiyor.

Ne çelişkili ne de yeni bir şey söylüyorum; sanat ve sanat kurumları arasında neredeyse antagonizma diyebileceğimiz bir uyumsuzluk vardır. Örneğin, Fluxus akımının bir müzede sergilenmesi başlı başına bir meseledir, bir sorundur; oysa hiç sorun değilmiş gibi sergileniyor. Duchamp'tan Kurumsal Eleştiri'ye, Happening'lerden, sanatın Feminist, post-kolonyal eleştirilerine uzun zamandır sanat kurumu eleştiriliyor ve reddediliyor. Ama, -üzerine düşünmemizi gerektirecek önemde olmayan sebeplerle- sanat ve kurumları sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar.

Açıkçası bu andığım anaakım sanat tarihi anlatısı da son derece sorunlu -bu sorunluluk çok daha geniş bir tartışmada ele alınmalı. Bunun yanında, sanat ve kültür kurumları, birçok modern suçun sebebi olan dünyayı kavrama ve yaşama biçiminin bir parçası, hatta eğer kültürü geniş anlamıyla, egemen düşünme, görme ve duyma, yapma-etme biçimleri olarak alacak olursak bizzat modern katliam ve çevre yıkımlarının sebebi, sürdürücüsü ve gelecek yok etmelerin de zemini.

İçinde bulunduğumuz durumun sanat ve kültür anlayışımızı ve kurumların varoluş ve işleyiş biçimlerini temelden dönüştürmesini umuyorum. Bugün yapılması gereken bakışımızı bulandıran modern kurumların sanki yaşıyormuş numarası yapan yıkıntılarının ötesine geçerek sanatın (ben bununla estetik ve etiğin ayrılmadığı bir pratiği kast ediyorum) bizim için neden önemli, yaşamsal ve ölümcül olduğunu, hayatımızda tam olarak nasıl ve neden yer aldığını, alacağını, bizim onunla ne yaptığımızı ve onun bize ne yaptığını düşünmek.

Yakın sanat tarihi ve günümüz sanatı içinde birçok tohum olan bir hazne; bugün bu tohumları alıp ekmeli, onların kişisel veya kolektif dünyalarımızda sağlıklı bir biçimde canlanmalarını sağlamalıyız.