Muhafaza edemeyen muhafazakârlık
“Yeni Türkiye” masalıyla kendi tarih anlatılarını oluşturmaya çoktan başlamışlardı aslında. Görülmemiş bir uçuş içinde olan ülke masalıyla da hikâyenin örgüsüne yeni bir ilmek ekleme çabasındalar. Kendilerinin bile inanmadığı bir masalsı tarihi, “gerçekmiş gibi” anlatıyorlardı bir süredir. Kültürel metinlerle, örneğin televizyon dizileri aracılığıyla, politikacıların söylevlerinde bu anlatıyı kurguluyorlardı.
Türkiye’de işler yine karışık. Bir yandan küçük siyasal hesapların, seçimlere yönelik stratejilerin, ayak oyunlarının belirlediği bir gündemle meşgulüz, bir yandan da koca ülkenin teker meker uçuruma sürüklenişinin çaresiz seyircileri gibiyiz. Gündem başımızı döndürdüğü için kenarında durduğumuz uçuruma bakamıyoruz bile. Ayasofya’nın ibadete açılmasının hezeyanı, Muharrem İnce’nin Eylül ayı itibarıyla başlatacağını ilan ettiği hareketin anlamı üzerine sonu gelmez tartışmalar, Devlet Bahçeli’nin Meral Akşener’e yuvaya dön çağrısıyla çağrıya verilen yanıtların "derinnn anlamlarını" çözümleme çabaları…
Ha bir de korona istatistiklerinin her akşam yarattığı küçük çaplı heyecan var. Maske takmaya direnenleri, maskeyi çene aksesuarı olarak kullananları, düğün dernek evlenenleri, davullu zurnalı eğlencelerle asker uğurlayanları, parklara, sahillere üşüşenleri, havuz başında korona partileri verenleri konuşmanın zevki gibisi var mı? En az bu bencillik örnekleri kadar bunları konuşanların da işin ciddiyetinin yeterince farkında olmadıklarını düşünüyorum. Haksızlık etmek istemem elbette… Yine de söylemeden geçemeyeceğim. Aldırmazlıklarımız, bencilliklerimiz kadar sayıların büyüsüyle, dedikodunun lezzetine dirençsizliğimiz de derinleşen salgının hayatlarımız üzerindeki doğrudan olduğu kadar dolaylı etkilerine karşı duyarsızlaştırıyor bizi. Salgın nedeniyle kaygı bozukluğu yaşamaya başladığı için mesleğini yapamaz hale gelen, uzaklardayken hastalanıp sınırlar kapalı olduğu için yapayalnız, çaresiz hastalığıyla baş etmeye çalışan, ziyaret için gittiği ülkeden sınırlar kapanınca evine dönemeyen tanışlarım var. Okulları kapanan, çevrimiçi eğitimle yetinmek zorunda kalan çocuklarının psikolojik sorunlarını çözmek için ne yapacağını şaşıran ana babalar tanıyorum. Bu pandemi parantezini burada kapatayım. Derdim başka bugün…
Asıl meselem özellikle küçük siyaset oyunlarının göz boyacılığı ile ıskaladığımız tarihsel moment. Bunlar öylesine oyalayıcı ki çok yönlü, çok düzlemli yapısal kriz derinleşirken, krizi fırsata çevirenlerinkinden başka bir ses duyamamamıza sebep oluyorlar. Ağzımızı burnumuzu kapatması gereken maskeler gözlerimize çekilmiş. Yapı lime lime parçalanıyor, söküm söküm sökülüyor. Göremiyoruz. Üstünde durabileceğimiz bir temel kalmadı neredeyse. Ama yapının çatırdayarak yıkılışına duyarsızız. Bu yıkılışın en büyük sorumluları, tam da bu momentte 150 yıldır anlatılan modernleşme hikâyesinin yerine kendilerine ait yeni bir hikâye yazmanın zamanı geldiğini ilan ediyorlar.
“Yeni Türkiye” masalıyla kendi tarih anlatılarını oluşturmaya çoktan başlamışlardı aslında. Görülmemiş bir uçuş içinde olan ülke masalıyla da hikâyenin örgüsüne yeni bir ilmek ekleme çabasındalar. Kendilerinin bile inanmadığı bir masalsı tarihi, “gerçekmiş gibi” anlatıyorlardı bir süredir. Kültürel metinlerle, örneğin televizyon dizileri aracılığıyla, politikacıların söylevlerinde bu anlatıyı kurguluyorlardı. Bu kurgunun içine güncel olanı yerleştirip eskinin kahramanlarını yeninin diliyle konuşturmak, bugün iktidarda olan bir politik hareketin hedeflerini, amaçlarını eski kahramanlara ait kılmak, o kahramanlar aracılığıyla liderin her yaptığını tarihsel bir “menzille” bağdaştırmak anlatının kurgulanış stratejileri. Bir nostaljiyi besleyerek modern olanı reddetme girişimi olarak da tanımlayabilirim sanırım bunu.
Ayasofya’nın ibadete açılması, bu modernlik karşıtı hikâyenin gidişatına dair güçlü bir ipucu değilse ne? Modern demokrasilerin tanımlayıcı ilkelerinin nostaljik bir tavırla eskinin canlandırılabilmesi için reddedilmesi üzerine kurulu bu yeni hikâye. Ama ne kadar yeni? Örneğin, kendilerinin modernin karşısında geleneksel/ dinsel olanın tamamıyla temsilcisi olduklarını nereye kadar iddia edebilirler? Kendilerine inanç düzleminde iddia ettikleri saflığı vehmedebilirler mi? Modernliğin sağladığı her türlü olanağı tepe tepe kullandıklarını gördüğümüz bu hikaye anlatıcılarına herhangi bir değerin muhafazası konusunda ne kadar güvenebilirsiniz? Onlarınki muhafaza etmeyi bilmeyen sözde bir muhafazakârlık…
Ya modern olanın karşısına muhafaza etmek üzere koydukları gelenek? O da koluna taktığı marka çantanın, içinde seyahat ettiği özel jetin, sofrasını süsleyen dünya lezzetlerinin, elindeki akıllı telefonunun, önünde oturduğu bilgisayarın, öve öve bitiremediği devasa havaalanlarının, direksiyonunda poz verdiği son model, dijital teknolojiyle donanmış otomobilin, içinde partiler düzenlediği yatın, kullandığı pahalı parfümün, servetine servet katmak için kullandığı finansal araçların, sırtını dayadığı, varlığını borçlu olduğu kapitalist ilişkilerin işaret ettiği modern hayatın geleneği nasıl dönüştürdüğünü sorgulamaktan uzak olanların sözde gelenekçiliği…
Tapınakları finans merkezleri, tanrıları ise para olanların yazmaya giriştikleri hikâye işte bu kadar yeni, kurguladıkları tarihse bu kadar özgün.