Tesadüfi olmayan ilk adımlar...
Yazıda ilk uzun metrajıyla sinema dünyasına etkileyici bir giriş yapan ve sonrasında çektiği diğer sinema filmleriyle bu başlangıcın bir 'şans' veya 'geçici' olmadığını kanıtlayan yönetmenlerden bahsedeceğiz. Örnek vereceğimiz çoğu yönetmen artık dünyaca bilindiği için, onların kariyerlerinin büyük kısmını değil, sadece 'başlangıçlarındaki' filmlerinin izlerini ve bunun, sonraki yapımlarını nasıl etkilediğini mercek altına aldığımızı belirtelim.
Şu andaki kariyeri hangi noktada olursa olsun, kuşkusuz her yönetmen için ilk uzun metrajlı sinema filmini çekmek oldukça zor olmuştur. Bazı istisnai durumlar dışında, (dikkat çeken) kısa metrajlı filmlerle kendini göstermiş olsa da, genç bir yönetmenin istediği bütçe ve olanakları elde etmesi kolay değildir. Yönetmenin filmini çekmek için ihtiyacı olan bütçe genellikle, göreceli olarak mütevazi ise, maddi boyut engelin sadece bir kısmını oluşturur.
Çünkü birçok yönetmen ilk filmini çekerken, daha önceki kısa filminde parmak bastığı konuları ve işaret ettiği meseleleri çok daha uzun bir zaman diliminde aynı akıcılıkta beyazperdeye yansıtmakta sorun yaşar. Bazı durumlarda, ağırlığı ve işlenme tarzı açısından kısa bir yapımda tam olarak yerine oturan bir hikaye çok daha uzun süreli bir filme geçiş yaptığında hafifleyebilir, senaryoda süreden dolayı bazı tekrarlar ve gereksiz uzunluklar göze çarpmaya başlar, konu giderek hantallaşabilir ve yönetmen üstlendiği bu yeni projenin ağırlığı altında ezilmeye başlar.
Doğal olarak kısa metrajlı sinema filmleri çekmek de başka zorluklar barındırır ancak bu, başka bir yazının konusu…
Yazıda ilk uzun metrajıyla sinema dünyasına etkileyici bir giriş yapan ve sonrasında çektiği diğer sinema filmleriyle bu başlangıcın bir 'şans' veya 'geçici' olmadığını kanıtlayan yönetmenlerden bahsedeceğiz. Nispeten güncel olan bu listeye birçok sinemaseverin aklına gelebilecek ilk örneklerden, büyük yönetmen Orson Welles’in klasiği 'Citizen Kane/Yurttaş Kane'i (1941) veya ilk (ve tek(!))filmiyle bir başyapıt çıkaran Charles Laughton’nun 'The Night of Hunter /Avcının Gecesi' (1955) gibi filmleri katmıyoruz. Aynı şekilde yine ilk filmleriyle Fransa’da (ve sonrasında Avrupa’da) 'Yeni Dalga' akımını başlatan François Truffaut veya Jean Luc-Godard’ın ilk uzun metrajlarına da yer vermeyeceğiz çünkü bizce bir 'ekol' veya devrim yaratan bu yapımları sadece fark yaratan 'ilk filmler' olarak saymak biraz yetersiz hatta yersiz görünebilir.
Son olarak örnek vereceğimiz çoğu yönetmen artık dünyaca bilindiği için, onların kariyerlerinin büyük kısmını değil, sadece 'başlangıçlarındaki' filmlerinin izlerini ve bunun, sonraki yapımlarını nasıl etkilediğini mercek altına aldığımızı tekrar belirtelim.
STEVEN SPİELBERG
Artık Hollywood’un en güçlü ve en bilenen yönetmen-yapımcılarından biri olan Spielberg, gençlik yıllarında birçok kısa film çektikten sonra, önce çok ses getirmeyen 'Firelight' (1946) adında bir sinema filmi çekti, sonrasında yine kısa metrajlı filmlere ve televizyon dizilerine döndü. Bir televizyon filmi olmasına rağmen bizce 'Duel' (1971) yönetmenin ses getirecek bir şekilde sinemaya döneceğinin ilk sinyallerini veriyordu. Oldukça kısıtlı bir bütçeyle çekilen bu film, sonuç olarak arabası, yol üzerinde bir tır tarafından taciz edilen bir iş adamının macerasını anlatıyordu. Hikayesinin basitliğine ve asıl olarak tek oyuncunun performansını görmemize rağmen 'Duel' başta sona dikkat kesildiğimiz, adeta iki egosu şişkin adamın (sosyal sınıfları farklı olsa da) 'yarış' ihtirasını gösteren bir yapımdı. Sonrasında Spielberg, 'Sugarland Express' (1974) gibi dikkat çeken bir sinema filmi sunmuş olsa da tabii ki ona asıl ününü getiren bir sene sonra çektiği 'Jaws' oldu. Eğer 'Jaws' muazzam bir gişe (ve sinematografik) başarısı getirmeseydi, çekimi sancılı geçen bu film (aşılan bütçe, gittikçe uzayan çekim süreci) belki o dönem 30’unda olmayan Spielberg’in kariyerini başlamadan bitiren bir yapım olacaktı.
COEN KARDEŞLER
Genellikle aykırı ve şaşırtan yapımlar sunan Coen Kardeşler, her zaman belli bir düzeyin üzerinde, zaman zaman başyapıt olarak değerlendirebileceğimiz filmler sundular. Coenler sinema sektörüne ilk adımlarını, arkadaşları yönetmen Sam Raimi’nin filmlerine senaryo açısından yardımcı olarak atmış olsalar da, yönetmenlik kariyerlerine 1984 yılında çektikleri 'Blood Simple' ile başladılar. 'Blood Simple', Coenlerin sonrasında sık sık filmlerinde hissettiğimiz ince 'mizahı' pek barındırmasa da, olay örgüsü, diyalogların sağlamlığı ve inanılmaz bir geçiş ustalığı konuşturan kurgusuyla gerçekten güçlü bir post 'film noir' örneğiydi. Joel Coen’nin sonrasında sık sık çalıştığı karısı, oyuncu Frances McDormand’ı başrollerden birine taşıdığı bu film, belli ki yönetmenlerinin hayran olduğu bir 'türe' saygı duruşu niteliği taşıyordu. Tam üç sene sonra çektikleri 'Arizona Junior' bu sefer kara mizahı ön plana çıkaran aykırı, biraz uçuk ve zamanla 'kült' mertebesine ulaşan bir macera-komedi filmi oldu. Yönetmenler daha bu ikinci filmlerinde sinemada iz bırakacaklarını müjdeliyorlardı.
QUENTİN TARANTİNO
Yönetmen Tarantino’nun filmlerini beğensek de beğenmesek de, kuşkusuz kendi başına 'ekol' yarattığı tartışılmazdır. Adeta bir büyümemiş çocuk gibi, gençliğinde hayran olduğu yönetmenlerden esinlenerek, inanılmaz bir iştah ve 'hınzırlıkla' filmler çeken Tarantino tabii ki dünya çapında ününü 'Pulp Fiction' (1994) filmiyle kazandı. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü'nü kucaklayan, ardından Oscar Ödülleri'nde de adından söz ettiren bu yapım yönetmeni tam anlamıyla kendi jenerasyonun en fazla takip ettiği isimlerden biri haline getirdi. Ancak bizce konunun asıl ilginç olan tarafı, yönetmenin ilk uzun metrajı 'Reservoir Dogs'un (1992) en az 'Pulp Fiction' kadar vurucu ve etkileyici olmasına rağmen, bu filmin asıl ününü ilk gösterildiğinde değil, 'Pulp Fiction' patladıktan sonra yapması oldu. Yönetmen daha bu ilk filminde, gangsterler dünyasında dolaşacağını, bolca kan ve şiddet kullanacağını, senaryosu içindeki zaman akışlarıyla ustaca oynayacağını ve her zaman Hollywood’un klasik sinemasına ters gelen asi bir duruş sergileyeceğini gösteriyordu.
ALEJANDRO AMENABAR
İspanyol sinemasının dikkat çeken yönetmenlerinden biri olan Amenabar, Hollywood’a geçmeden önce çok genç yaşlarda ilk uzun metrajı filmlerini yönetti. İlk çektiği sinema filmi 'Thesis /Tez' (1996), üniversite bitirme tezini 'sinemada şiddet' üzerine yapmak isteyen bir genç kızın kendini birden bir 'Snuff-movie' trafiğinin ortasında bulmasını anlatıyordu. Henüz 23 yaşında olan yönetmen, senaryosunun ana mekanı olarak mezun olduğu okulu kullanıyor; başrollerde ise o dönemki fetiş aktörleri Eduardo Noriega, Fele Martinez ve İspanya’da tanınan (ama ülke dışında o kadar değil) Ana Torrent adlı aktrisi kullanıyordu. Daha bu ilk filminde kendine özgü bir sinema dili kendini belli ediyordu. Yönetmen bir sene sonra, bu sefer kuşkusuz daha rahat bir bütçe yardımıyla ikinci filmi 'Abre Los Ojos/Gözlerini Aç' (1997)ı çekti. Hayatında istediği her şeye sahip bir genç adamın korkunç bir kaza geçirdikten sonra hayal ile gerçek arsında salınan dünyasını anlatan bu film, birçok açıdan gösterişçi Hollywood yapımlarını karaya oturtuyor; yönetmen, seyirciyle istediği gibi oynuyor ve filmi basit bir gerilim yapımından çok daha ileriye taşıyordu. Daha sonra filmin yapılan Amerikan remake’i 'Vanilla Sky', bizce gereksiz, şık ama sığ bir yapımdı.
CHRİSTOPHER NOLAN
Artık çektiği her film ses getiren ve en gözde yönetmenlerden biri olan Christopher Nolan, bütün sinemaseverlerin bildiği filmlerinden çok önce 1998 yılında ilk filmi 'Following'i çekti. Nolan, o senede siyah beyaz formatta, oyuncu olarak arkadaşlarını kullandığı bu mütevazi filmde, daha sonraki filmi 'Memento'da (2000) zirve yapacak, ilk bakışta karışık ve sırasız görünen ancak hikaye ilerledikçe yerine oturan sekanslardan oluşan bir anlatım sunuyordu. Nolan 'Memento'dan itibaren beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Wally Pfister ile pek denenmeyen bir sinema dili oluşturdu. Direkt ışık kullanan, çok keskin kontrast oluşturan, uzun lenslerle yapılan ve dijital formatı tamamen reddeden bu yaklaşım, yap-boz gibi senaryoya ait bu filmle tam anlamıyla uyuşuyordu. Nolan bu tutumu çok uzun süre sürdürdü ve neredeyse 'İnterstellar' (2014) filmine kadar benzer bir sinematografik yapıyı korudu.
STEVEN SODERBERGH
Artık her sinemaseverin tanıdığı ve takip ettiği Steven Soderbergh ilk uzun metrajı 'Sex, lies and videotapes/Seks yalanları'nı (1989) çektiğinde henüz 26 yaşındaydı. Cannes’da büyük etki yaratan ve Altın Palmiye ile ödüllendirilen film ve yönetmen doğal olarak bütün dikkatleri üzerinde topladı. Bu çok çarpıcı girişten sonra Soderbergh, fazla vakit kaybetmeden ikinci uzun metrajı 'Kafka' (1991) filmini yönetti. Çoğunluğu siyah-beyaz formatında çekilen, adeta ünlü yazar Kafka’nın özgeçmişiyle eserlerinin karışımı olan bu film, olağanüstü kadrajları, üst düzey oyunculuklarıyla, karamsar, tekinsiz havada geçen bir tarihsel gerilim filmi hissiyatı yaratırken aynı zamanda da esinlendiği yazarı ve onun psikolojisini asla gözden kaçırmıyordu. Yönetmen sonrasında çok değişik tarzda filmler çekse de, karakterlerinin iç boyutlarını ve taşıdıkları 'yükleri' asla ikinci plana atmadı.
Verdiğimiz örneklere kuşkusuz başka isimler de ekleyebiliriz…
Bu yönetmenlerin, şu anda geldikleri mertebeyi bir kenara bırakıp, o dönemlerindeki hallerine baktığımızda, o zamanda bile gözlerindeki 'kıvılcımlar' sonrasında sinemaya damga vuracaklarının kanıtı gibi duruyor…