YAZARLAR

'Erken seçim geliyor mu?'

İktidar, seçimi konuşmayıp –hatta yok öyle şey diyerek- ama attığı her adımla herkesi konuşturarak, bir gündem yönetimi imkanı daha yakalamış görünüyor. Daha geçen yıl ve bu yılın başında, seçim iktidarın kaybetmeye doğru ilerlediği bir menzil olarak gündeme geliyordu. Fakat bir süredir erken seçim, yeniden muhalefetin “endişe” temasına dönüştü.

Türkiye uzun bir süredir, neredeyse her seneyi seçim senesi olarak geçiriyor. Seçimin kendisi olmasa bile lafı hiç eksik olmuyor. Geçmiş olan seçim, gelmekte olan seçim, gelebilecek olan erken seçim, hiçbir şey yoksa bile seçim ihtimalleri, sistem tartışmaları ve elbette ittifak sorunları. Seçime dair gündemin olmadığı birkaç ay geçirmek bile mümkün olmuyor. Şimdi de hareketlenen gündem vesilesiyle yine erken seçim “bahisleri” açıldı. Ayasofya açılıyor, “acaba erken seçim mi geliyor?” Doğu Akdeniz’de tansiyon yükseliyor, “baskın seçimin habercisi.” Doğalgaz bulunuyor, “işte şimdi geliyor galiba”. Yeni polis müdürlüğü kurulması veya bir TV haber sunucusunun istifası, “bak bunlar hep hazırlık”.

Çoğunluğu muhalefet seçmeni olmak üzere, kamuoyunun bu şüphelerle davranmasına neden olacak çok sayıda deneyim yaşandı. İktidarın avantajlı bir imkan bulur ve karşısındakileri hazırlıksız yakalarsa hemen seçim yapacağı, güçlü ve haksız sayılmayacak bir inanç. Bazı yorumcuların, siyaset bilimcilerin, verileri değerlendirerek bu olasılık üzerine fikir yürütmeleri de gayet anlaşılır bir durum. Fakat biraz yadırgatıcı bulduğum, muhalefet partilerine mensup siyasetçilerin, olur olmaz her gelişmeden sonra “bunlar hep erken seçimin işaretleri” türünden açıklamalar yapmaları. Neden yadırgadığımı daha sonra söylemek üzere, bu bitmek bilmez, sonu gelmez seçim işini biraz daha tartışalım.

Yıllardır süren bu durumun asıl kaynağı elbette iktidar. AKP ve Erdoğan, Yunus Sözen gibi akademisyenlerin hayli erken -2008 sonrasında- işaret ettiği gibi seçimli otoriterlik rotasına çabuk yerleşti. 2011’deki zirve oy patlamasının ardından, seçim bu sürecin en kuvvetli sopası haline getirildi. Hatta 2015 Haziran’ında, iktidar yenildiği seçimi bile saldırı aracına çevirebildi. Çünkü seçimle yapılan despotluk veya sahte rekabet havası, sadece seçime izin vermiyor, seçime bağımlılık yaratıyor. Eşitsiz rekabetle sürekli kazandıkları seçimlerden, güç ve meşruiyetlerini tazeliyorlar. Bu yüzden rekabetçi (seçimli) otoriter sistemler, seçimleri ve özellikle hep endişeye neden olan “söylentisini” çok seviyorlar.

Hiçbir tarafı denk olmayan, son derece eşitsiz imkanlarla yapılan seçimleri bir müsabakaya çevirip, galibiyetlerini tahakkümlerinin dayanağı haline getiren rejimlere, “rekabetçi otoriterlik” deniyor. Bu yaklaşımda seçim, iktidarların vatandaşlarından ruhsat aldıkları ve denetlendikleri bir sınav değil, rakiplerini yenmeye çıktıkları arena ya da bir kumar masası. Tartılmaktan çok yenmekle (ezmekle) ilgili, kazananın da her şeyi aldığı bir durum. Bu yüzden seçim, bir başlangıcı değil hep finali temsil ediyor. Hemen yenisine başlanan ve bitmeyen müsabaka gibi. Türkiye’de daha farklı isim ve tanımları da hak etmeye başlayan bir iktidar var ama seçimlerle kurduğu ilişki halen bu tanıma fazlasıyla uyuyor.

Son zamanlarda aksi iddialar yoğunlaşsa da iktidarın “seçimli otoriterlik” çizgisini tamamen değiştireceği işaretleri yok. Türkiye bu modelin bitirilmeyen seçimlerini (plebisitlerini) tekrarlayarak ilerliyor. 2015 sonrasında MHP ile kurulan ittifak, milliyetçi-maneviyatçı ezici çoğunluğa yaslanarak “rekabetin” iyice imkansız ve “sonuçsuz” hale geleceği hesabına dayanıyordu. Ancak önce referandumda, ardından 2019 seçiminde bunun garanti yaratmadığı hatta riskli olmaya başladığı anlaşıldı. İktidar son bir yıldır, meşruiyetini sadece seçim aritmetiğine yaslamayan alternatif imkanlar üretme derdinde. “Tabelaya bak” diyerek idare etmek güçleşince, yumurtaların bir kısmı başka sepete konmalı.

Bir efsaneye dönüşen ve iktidarın her adımından sonra “oy konsolidasyonu için yapıyorlar” cümlesinin mucize açıklayıcı gibi kullanılmasına karşın; iktidar, konsolidasyonu sadece oy desteğiyle sınırlı olmaktan çıkardı. Bir taraftan “yerli-milli” söylemiyle ve muhalefeti “milli güvenlik sorunu” olarak tarif ederek, iktidarın devamını seçmen iradesinin dışına taşıyan bir vesayet üretti. Diğer taraftan da “oy kaybediyor”, “belediyeleri kaybetti”, “yönetemiyor” iddialarını anlamsızlaştıracak veya önemsizleştirecek ataklarla, gücünü ve yapabilirlik kapasitesini her alanda zorlamaya başladı. Bunlara bir unsur daha eklenmiş durumda; seçimi, kendisinin değil muhalefetin endişesi haline getirmek.

İktidar, seçimi konuşmayıp –hatta yok öyle şey diyerek- ama attığı her adımla herkesi konuşturarak, bir gündem yönetimi imkanı daha yakalamış görünüyor. Daha geçen yıl ve bu yılın başında, seçim iktidarın kaybetmeye doğru ilerlediği bir menzil olarak gündeme geliyordu. Fakat bir süredir erken seçim, yeniden muhalefetin “endişe” temasına dönüştü. İktidarın, işleri kendisi için avantajlı hale getirerek veya şartların çok fena hale gelmesinden önce bir erken seçim yapacağı fikri, yakın zamana kadar “iktidar gidici” iddiasının sahibi olan muhalefetin ağzından düşmez oldu. Üstelik bunun iktidarı zorladığı sanılıyor, kendilerine dönen (çevrilen) baskıyı göremiyorlar.

İktidarın seçime kadar dayanıp dayanmayacağından çok, muhalefet ittifakının nefesinin yetip yetmeyeceği tartışılıyor. Bu sırada muhalefet partisi sözcülerinin, iktidarın avantaj elde etmek için bir erken seçim yapmak istediği üzerine sürekli konuşmalarını ise anlamak mümkün değil. Herhalde bu, en çok iktidarı memnun ediyor. Çünkü kendisini seçime zorlamak yerine, seçimde kendisinin avantajlı olabileceği veya bunu becerebileceği iddiasını tekrar eden bir muhalefet çok işe yarar bir propaganda aracı. Bunu siyaset üretme derdiyle değil –ki dertleri bu olmalı- durum tespiti için söylüyorlarsa da şu sorular akla geliyor: Seçmeni mi çok fazla saf buluyorsunuz, iktidarı mı? Gösterileni mi tekrar ediyorsunuz, bilinmeyeni mi ifşa ediyorsunuz?

Bu sorulara verilen otomatik cevap “çünkü çaresizler” oluyor. Fakat böyle davranarak erken seçimi daha “yapılmadan” çare haline dönüştürenin bizzat kendileri olduğunu fark edemiyorlar. Eğer sahiden iktidara yürüyorsanız, artık yönetemeyen bu iktidar gidiciyse, neden erken seçim sizin talebiniz değil? “Durum daha kötü olacak ve iktidar iyice hırpalanacak” deniyorsa, bunun memleket için bir hasarı yok mu? Bu “pusu” hali, seçmene güven vermeyi sakatlamaz mı? “Bunlar yine beceremeyecek, Erdoğan yolunu bulacak” diye düşünen iktidar ve muhalefet seçmeninden bir adım ileri gidemeden politika yapılabilir mi? Siyasi yorumcuların fahri danışmanlık, siyasetçilerin ise yorumculuk hevesi, biraz abartılı ve göze batar olmaya başlamadı mı?


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).