Manita ekmeği, aynılar cehennemi
Tüm bu kadınlar kariyerlerini “dangalak turnusolu” olarak inşa etmekte bir an bile tereddüte düşmeyecek kadar şuursuz olamaz. Öyle olsa, bikinili fotoyla ördek dudağa tav olacak cinsten manitanın minik beyni martılara yem olsun e mi der geçersin. İlgi var elbette ki yayılıyor. Kadınlar arası ucuz rekabetin satmadığı nerede görülmüş? Ama bu ekmek meselesi göründüğünden ciddi.
Sosyal medyadaki “keşfet” sekmeleri, bu aralar kabusum. Birkaç magazin haberine tıklamayagör, ortalık Murat Övüç tükürüğünden geçilmez hale geliyor. Birkaç spor hareketi bakayım diyorsun, akabinde sekmeye her tıklamada burnuna burnuna dayanan benzer popo ve meme sağanağından şaşı oluyorsun. Oyunculuğa hevesli 16-17 yaşlarında birkaç tanıdığının fotoğraflarına bakıyorsun. Sonrasında üstüne “seksi” pozlar vermiş kız çocuklarının fotoğrafları yağıyor. Altındaki 30-60 yaş bandı adam beğenilerini görünce endişeyle tiksinti arasında gidip geliyorsun. Tek kurtuluş kedi videolarında!
Sekmenin adı “keşfet” ama herhangi bir keşif yapabilene aşk olsun. Her yaş grubuna göre popo aynı, meme aynı, çekik göz, ördek dudak, imkânların elverdiği ölçüde erken yontulmuş burun aynı. Ay-nı. Byung- Chul Han’dan alıntı yapacağım, bu girişe ağır kaçacak. Özetle aynılar cehennemi. Tüm bunlar oldukça masum görünse de porno endüstrisinden dizi sektörüne, kozmetikten plastik cerrahiye uzanan dev bir ticari ağın sosyal medyayla desteklenen uzantıları. Bu aşırı dayatmaların kadınlar için hayal ve hayat kaybına neden olan yanı var. Daha fenası şiddete ve tacize karşı kırılgan kılan yanı ki bu netameli konuya birazdan gireceğim.
Gerçeklik denen şeyin etik estetik her düzeyde müthiş değer kaybına uğraması, gerçeğimiz oldu. 20’lere kadar inen estetik müdahalelerle herkes olmadığı gibi görünebiliyor. Sosyal medyada hemcins nanikli paylaşımlar yapan kızların çoğu kendi fotoğrafını kullanmıyor. Akıl sağlığını sorgulatacak ölçülerde kendini ünlülerin, başkalarının yerine koyuyor. Günümüz dünyasında bir sözün Shakespeare’e mi, Can Yücel’e mi, mahalle bakkalına mı ait olduğunun pek önemli olmaması gibi bir durum. Oraya nerden apartılmış olursa olsun, tıklanacak bir imaj konsun yeter ki. Bu tür anonim hesaplardan küçük çaplı ün elde etmiş influencerlara, gerekli fiziki donanımı öyle ya da böyle elde etmiş fenomenlere uzayıp gidiyor bu çizgi.
Aynılar cehennemine düşen son akımlardan biri geçenlerde tüylerimi diken diken etti. Plajda dantiş bikinisiyle poz vermiş şirin görünümlü bir genç kız “manitanız beni gördükten sonra size ekmek vermez kızlar” diyor. Bir baktım, benzeri laflarla pozlar sosyal medyanın her yerinde dolanıyor. “Ben kadınsam siz nesiniz? Böyle gözü dudağı poposu olmayan da kendine kadın demesin… Buna benzemeyen üstüne çarşaf atsın…” gibi sözler eşliğinde kopyala yapıştır yayılıyor.
Tüm bu kadınlar kariyerlerini “dangalak turnusolu” olarak inşa etmekte bir an bile tereddüte düşmeyecek kadar şuursuz olamaz. Hepsi değildir yani. Öyle olsa, bikinili fotoyla ördek dudağa tav olacak cinsten manitanın minik beyni martılara yem olsun e mi der geçersin. İlgi var elbette ki yayılıyor. Kadınlar arası ucuz rekabetin satmadığı nerede görülmüş? Ama bu ekmek meselesi göründüğünden ciddi. İnsan bunları yazanlara “kafanı hemcins rekabeti ve klonlama dışında bir şeylere ver Allah aşkına” demeden edemiyor. Ekmek kazanılan bir şeydir, en iyisi kendi ekmeğini yemektir, ancak öyle olduğunda kimseye eyvallahın olmaz,
Tüm bunların da etkisiyle, kadınlar birbiriyle sürgit rekabet halinde ve her yaşın “aynı” bir güzelliği var artık. Ve bu gerçekten çok sıkıcı! İrili ufaklı kusurları olan, kendine benzeyen gerçek insan görmek için İskandinav dizisi izlemeniz gerekiyor. Ortalama güzelliğin o kadar yüksek olduğu Danimarka, İsveç, Norveç gibi toplumlarda dizilerde başroller esasta “güzel kız, güzel oğlan”a göre dağıtılmıyor çünkü, inanmazsınız.
Tüm bunların ardında sürekli olarak pazarlanan ünlü ya da zengin olma hayalinin tutma oranı da çok düşük işin trajikomiği. Birkaç sezon sürecek klon güzellikle ünlü olabilen, sınırlı sayıdaki “zengin kocayı” tavlayabilen de çok az, oralar apayrı ve karmaşık bir strateji oyunuyla şansın bileşkesi. Yani hedef yeterince fena ama diyelim ki başardın: Dizilerdeki kolundan tutup çeken romantik Alfa’nın gerçek hayattaki karşılıkları kadınlara tecavüz edip balkonlardan aşağı atan, sevmeyi de terk etmeyi de bilmeyen erkekler olabiliyor. Psikopatlık bile değil, en alt tabakadan en üste, siyasetin, toplumun ve kültürün her açıdan desteğiyle, “bana bir şey olmaz” algısıyla hareket eden bildiğin erkeklik… Bu ortamda sadece “bir diğer benzer güzel kız” olarak, manita ekmeği yemekle bir caniye yem olmak arasından çoğu kez ok bile geçmiyor.
Manevi değerlerimiz dediğin şeylerin çoğu üflesen yıkılacak cinsten. Donanım ve liyakatin mutlaka cezalandırıldığı, genç işsizliğin ayyuka çıktığı, geleceğin amansızca ve giderek belirsizleştiği bu ortamda da “birden bir şey oluvermek” yalanına kanmak çok kolay. Çağımız şeytanının büyük marifeti farklılık, emek ve çabanın değil “aynılığın” hayat kurtarabileceği duygusunu yerleştirmek oldu. Buradan bir yere çıkmak imkânsız.
Burada iki noktayı belirtmek gerek: Mesele ahlaki değil. Her satırda kadını suçlayan, “onun da o saatte o kıyafetle orada ne işi varmış” diyen bu düzende hele, çok uzağa kaçılması gerek bundan. Ama akran istismarı dahil her tür istismara karşı olmayı sürdürmemiz şart. Tecavüzün, şiddetin ahlakçılık ya da sanat sosuna bulanmış her türden teşvikine de.
Kadınların beğenileri neredeyse istisnasız biçimde egemen erkek beğenisinin standartları etrafında yönlendiriliyor. Çok büyük oranda kadını aşağılama ve beden parçalarına indirgeyip nesneleştirme üzerine kurulu porno endüstrisinin payı var bunda. “Bir şey olman gerekmez, gülümse yeter, holding patronunu bulursun” masalının pek de yaratıcı olmayan versiyonlarını pazarlamalara doyamayan dizi, film sektörünün de. Tecavüzcüyü, çocuk istismarcısını sonuna dek korumak için elinden geleni yapan sistemin de, elbette en çok onun. Bir suç örgütü gibi işleyen hegemonik erkekliğe hizmet eden her dişlinin payı var. Hepimiz de öyle ya da böyle bu dişlilerin içindeyiz, kendi payımızı görerek başlayabiliriz temizliğe.
Işıl Özgentürk’ün maalesef ırkçılığa kayan kör bir oryantalist bakışla kaleme aldığı, failleri ve onları aklayanları bir çırpıda geçip konuyu bir Jane Austen romanının kötü korku versiyonundaymışız gibi Batmanlı kızların kurtuluşu askerlerde, bürokratlarda bulmasına, Kürt illerinin cehaletine bağlayan yazısı türünden, büyük tabloyu görmeme ısrarındaki her şey de maalesef bu bozuk düzenin sürüp gitmesine yarıyor.
Ama mesele sansürle ilgili de, hiç değil. Önümüze düşen bir paragrafı sosyal medyada topluca eleştirdiğimiz anda çocuk tecavüzcüleri elini kolunu sallayarak gezerken yazar, yönetmen, çizer hakkında yerli yersiz soruşturma açılma riski doğuyor. O da ayrı dert. İkiyüzlü ahlakçılık, sansür riski ile özgürlükçülük kisvesi altında her gün her yaşta kadının nesneleştirildiği berbat çark arasında sıkışıp kalıyoruz. Hayat denen şeyi önemli ölçüde beğeniler ve seçimler belirliyor. Beğeniler hiç de göründüğü kadar özgürce şekillenmiyor. Buradaki birtakım kurnazlıklara, çarpıklıklara dikkat çekmek de boyun borcu.
Herkesin kendi imkânları ölçüsünde mümkün en güzele varmak istemesinde, kendinde memnun olmadığı şeyleri değiştirmesinde hiçbir sorun yok. Düzenli spor yapmakta, pandemi zamanında bile zayıflamayı becerebilmekte, iyi, sağlıklı bir yan var. Sorun, belli standartların 15’indeki bilmiş veledinden evli barklı gösgöbekli “herif”ine erkek beğenisi lehine tüm kadınlara ömür boyu dayatılması. Farklılığın, kendine özgülüğün kültür alanında olduğu gibi güzellik alanında da hızla değer yitirmesi. Vasatın her yere ve her şeye hâkim olması. Aynılar cehennemi ve bunun yarattığı değil ama pekiştirdiği şiddet riski.
Herkes istediği gibi görünsün, istediği pozu versin. Sadece bu acımasız dayatmalarla gerçekte ne istediği arasında, hayatını kimin için, ne için yaşadığı konusunda az çok özgür bir fikre sahip olsun. Benzer içerikler çöplüğünde ömür tüketmekten değil bir filmle, romanla zaman zaman baş başa kalabilmekten, uzun bir yürüyüşün tadını çıkarırken en azından, “sağım solum nasıl görünüyor” diye düşünmeyebilme özgürlüğünden geçiyor bunun yolu.
Tüm bunlar böyle bir ülkede ve dünyada yine de hiçbir yaşta hiçbir kadını tacizden, şiddetten koruyabilecek şeyler değil. Ama tek hayatı daha iyi, daha güzel yaşama şansını bir nebze arttıracağı kesin. Hemcinslerimizin sonsuz rakiplerimiz değil yoldaşlarımız olduğunu anlamamızı sağlayacak, dünyayla ve kendimizle daha barışçıl ilişkiler kurmamızı kolaylaştıracak şeyler… Ekmeğini kendin kazan, martılarla paylaşırken yüzüne değen rüzgarı hisset, aşkın da daha çok aşka benzesin, tek ve biricik hayatın da…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI