YAZARLAR

Kısa Türkiye Tarihi: ‘80’li yıllara yaklaşırken…

‘70’li yılları, en azından ilk yarısını simgeleyen sözcük umuttu; sonrasında tam tersi oldu ve mutsuzluk ve umutsuzluk, ‘80’li yılları anlatan sözcükler olarak tarihe geçti. Renksiz bir dönemdi bu ve bu renksizlik, hayatın her alanında kendini gösteriyordu. Baktığımızda gördüklerimiz, sokaklarda dolaşan tanklar ve onlara eşlik eden askerlerin postal sesleri…

Türkiye’de popüler Batı müziğin tarihini 1950’li yıllardan başlatabiliyoruz. Öncesine uzanmak ve kantoları, tangoları, cazdan twist’e uzanan türleri bu tarihe katmak da mümkün ama asıl patlama, ‘50’li yılların ikinci yarısında (dünyayla hemen hemen aynı anda) memleketi etkisi altına alan rock’n’roll ve sonrası. ‘60’lı yıllar, bu türün üzerine kurulmuş (ekseriyetle “yerli ve milli”) denemelerle geçti, ‘70’li yıllarda, Anadolu-pop akımının etkisini azaltmasıyla kökü “aranjman”da olan pop, ana arteri ele geçirdi. O dönem Türkçe sözlü hafif Batı müziği (ya da kısaca hafif müzik) olarak anılan bu tür, diğerleri gibi “yeni”ydi. Genç bestecilerin ortaya çıkışı, bu türü besledi ve büyüttü. ‘70’lerin ikinci yarısında, biraz da sinemanın etkisiyle, ortalığı “hit” şarkılar sardı. Pop müziğin altın yılları olarak anabileceğimiz bu dönemde tanıştıklarımız, hâlâ dinlediğimiz şarkılar.

Geçtiğimiz hafta yazdığım yazıda, ‘70’li yılları 12 Mart 1971 tarihinde ordu tarafından cumhurbaşkanına sunulan muhtırayla başlatmıştım. Başbakan Süleyman Demirel’in istifasıyla sonuçlanan hadise sonrasında Nihat Erim başkanlığında tarafsız bir hükümet kuruldu. Bu hükümet, art arda yaşanan acıların müsebbibi. İlan edilen sokağa çıkma yasağı ile bütün evler tek tek arandı, “sakıncalı” kitaplar toplatıldı, imha edildi, yasaklandı, gazeteler sansürlendi, muhalifler tutuklandı, “yeni bir dünya” kurmak için yola çıkan gençler öldürüldü. Âşık Mahzuni Şerif, yaşananlar sonrasında, öldürülen gençlerin adlarını anarak bir türkü yaktı. Türkünün başlığı, Nihat Erim’in soyadına göndermeydi: “Erim Erim Eriyesin”. Sonrasında tutuklandı, hapis yattı ama türkü dilden dile yayıldı.

NÂZIM HİKMET'İN ÖZGÜRLÜK SAVAŞI

1963 yılında Moskova’da hayatını kaybeden şair Nâzım Hikmet, kitapları yasaklanan isimlerdendi. Adının anılması soruşturma gerekçesi oluyor, kitaplarıyla yakalananlar tutuklanıyordu. Baskılar artarken, ‘70’li yılların hemen başında, farklı bir ses duyuldu: Ankara Devlet Operası’nda çalışan, Batı müziği eğitimi almasına rağmen gönlünü türkülere düşüren Ruhi Su, şairin şiirlerini de seslendirdiği bir albüm yaptı. Sonrasında o da yargılandı ama bu adım, ilerleyen yıllarda yapılacak pek çok plağın önünü açtı. Ruhi Su, ‘60’lı yılların sonlarına doğru Nâzım Hikmet’in (albüme de aldığı) iki şiirini ilk kez bir 45’lik plağa taşımış, bu plak büyük ilgi görmüştü. O kadar ki memlekette “Rock’ın babası” olarak anılan Erkin Koray, bu plakta Ruhi Su tarafından seslendirilen şiirlerden birini, “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket bizim.” dizeleriyle başlayan parçayı, 1975 yılında aynı yorumla ancak farklı bir anlayışla “Elektronik Türküler” adlı albümüne aldı. Ruhi Su, ilerleyen dönemde, şarkılarıyla memleket tarihini ve onu besleyen kaynakları dinleyicisiyle paylaştı.

Nâzım Hikmet’in kendi sesinden iki plağının yayımlanması ve şiirlerinden yapılmış bestelerin değişik sanatçılar tarafından seslendirilmesi, önemli bir adım. Bununla kalmadı, kitapları özgürce basıldı ve raflarda yanına Sabahattin Ali’den Ahmed Arif’e diğer “sakıncalı” şairler ilişti. Özgürlüklerin yavaş yavaş yeniden tesis edildiği bir dönemdi bu ama sonrası kötü geldi: Memleket karıştı, sağ-sol kavgası sokağa indi, devlet desteğiyle yaptırılmış Çorum’dan Maraş’a uzanan bir dizi katliam ve Fatsa’da Terzi Fikri namıyla maruf Fikri Sönmez’in kurduğu halk düzenine karşı girişilmiş devlet saldırısı, ‘70’li yılların sonunda Türkiye’yi karanlığa götürdü. Karanlığın sonu, daha büyük acıları başlatan bir başka darbe, daha büyük bir karanlık ama öncesinde, halk ozanlarının izinden yürüyen, yeni bir kanal açan kimi isimleri anayım.

RUHİ SU İZİNDEN GİDENLER

Ruhi Su, sazıyla tek başına ortaya çıktı, ‘70’li yılların ikinci yarısında kurduğu Dostlar Korosu’yla türküleri ve kendi yazdığı şarkıları “yöreselden ulusala, ulusaldan evrensele” şiarıyla ve çoksesli bir anlayışla seslendirdi. Rahmi Saltuk, Sadık Gürbüz gibi isimler onun yolundan giderken Zülfü Livaneli, sazın yanına Batı enstrümanlarını ekledi, bu dönemin sonuna doğru şarkılarını ve türküleri (Attila Özdemiroğlu düzenlemeleriyle) büyük orkestra eşliğinde seslendirdi. Cem Karaca’nın “halkın sesi” olduğu, Âşık Mahzuni Şerif’in spor salonlarını üç seans üst üste doldurduğu yıllar bunlar. Bir yandan pop patlaması sürerken diğer yandan memleket dertlerini anlatan şarkılar yazıldı. Kavganın sokağa inmesiyle saflar belirlendi, pop geri plana itildi, aradan (sonraki on yıla damgasını vuracak olan) arabesk sıyrıldı.

Ondan hemen önce, Osmanlı’dan bu yana dinlenen alaturka, yeni bir hamleyle “yeni” dinleyicisini buldu. ‘70’li yılların ilk yarısı, alaturkanın Batı müziği ile kaynaştığı dönem. Buna, Anadolu-pop’un farklı bir yansıması da diyebiliriz. Yıldırım Gürses’ten Teoman Alpay’a uzanan pek çok besteci, Batı müziği enstrümanlarını alaturka sazlarla birleştirdi, geçmişten gelen makamları yeni ezgilere uyarladı ve ortaya farklı bir tını çıktı. Yapılan şarkılar, iki kuşağı birleştirdi: Batı müziğini seven gençler, onları anlamakta zorlanan aileleriyle aynı noktada buluştu. ‘70’li yıllarda yaşanacak büyük pop patlamasının temeli böyle atıldı, farklı kanallardan gelen katkılarla sağlamlaştı. Üstelik, sesimiz Avrupa’da da duyuldu. Dönemin enteresan topluluklarından biri olan Beyaz Kelebekler, 1975 tarihli plakları “Sen Gidince” ile Hollanda’da listelere girdi. Topluluğun adı, memleket dışında White Butterflies olarak anılıyordu.

TELEVİZYON, TÜPGAZ KUYRUKLARI, SAĞDAN SOLDAN İKTİDARA ÇATANLAR

Her dönem olduğu gibi o yıllarda da toplum tarafından heyecanla karşılanan gelişmeler ve yaşanan kimi hadiseler, şarkılarda kendine yer buldu. 1952’de bir üniversitenin bünyesinde başlayan, 1968’de yerel yayın yapan, 1970’li yılların ortalarına doğru bütün ülkede yayına geçen televizyon, hayatımıza giren en büyük yeniliklerden biri, o yılların en büyük çılgınlığı. İnsanlar ikiye ayrılıyor: Televizyonu olanlar ve olmayanlar. Televizyonu olmayanlar, geceleri televizyonu olanlara misafirliğe gidiyordu ve buna Halit Kıvanç tarafından bir isim bulunmuştu: Telesafir. Bu kavram, televizyon çılgınlığı üzerine yazılan bir şarkıya da girdi. Müziğini Şanar Yurdatapan’ın yaptığı şarkının sözlerini (aynı zamanda şarkıyı da seslendiren) Rüçhan Çamay yazmış: “Kim bulmuşsa Allah razı olsun / Sen gelmeden çok mutsuzmuşuz / Geldin kuruldun en baş köşeye / O gün bugündür sana tutkunuz // Kırk yıldır görmediğimiz eşe dosta / Kavuşturduğun yetmez mi zahir / Her akşam çoluk çocuk ihtiyar / En azından on beş telesafir // Allah var ya ödeyemem hakkını / Erkekleri eve bağladın / Bir dileğim var TRT’den / Lütfen her gün maç yayınlayın // Televizyon / Ah seni gidi televizyon…”

Arada renkli manzaralara da rastlanıyordu. ‘70’li yılların ikinci yarısında yaptıkları pop-fasıl plaklarıyla ünlenen İstanbul Şarkıcıları tarafından seslendirilen bir şarkı, o dönemde yaşanan krizin notalara dökülmüş hâli. Aslında bir cinnet ânının fotoğrafı: Kriz ağır gelmiş, insanlar delirmiş, kendilerini sokaklara atmış, çılgın gibi eğleniyor! Petrol sıkıntısı, yağ ve gaz kuyrukları, pahalılık ve birbiri ardına yapılan zamlar, 12 Eylül’ün hemen öncesinde, şarkılara sıklıkla girmişti. “Oooh.. Ooh!..” içlerinde en eğlenceli olan: “Benzin yok / Mazot yok / Oh canın sağ olsun / Tüpgaz yok / Ampul yok / Oh canın sağ olsun // Geçmişte hangisi vardı / Ne olmuş sanki? / Bilenlere gidip de sor / Anlatsınlar o günleri / Mutluymuşlar yine de / Hepsi inan ki // Aldırma arkadaş / Üzüp durma kendini / Olan sana oluyor / Günlerin kuyruklarda / Yokları beklemekle / Geçip gidiyor…”

Memleket meselelerinden söz etmişken seçim dönemlerinde yapılmış şarkıları ıskalamak olmaz. O dönemde liderleri eleştiren ya da onlara destek veren onlarca şarkı yapıldı. İki örnek vereyim… Bülent Ecevit’i öven şarkılardan birinin adı, “Çukulat Gibi Yutar Karaoğlan”. Demirel’i hicveden şarkılardan birinde, şu dizelere rastlıyoruz: “Millet acından ölemez / Keller başbakan olamaz”. Hiciv şarkılarının ilk örneklerinden biri enteresan: 1977 seçimlerinde Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi’nin şarkısını hazırlayan Öztürk Serengil, öncesinde Demirel’i yerden yere vurduğu bir plak yapıyor: “Unuttun Bizi Süleyman”. Böyle örnek çok. Bir dönem halk ozanlarının yaptığı, ‘70’li yıllarda bu plaklar aracılığıyla karşımıza çıkıyor: Şarkılarla iktidar ve sistem eleştiriliyor, halkın dertlerine çare aranıyor. Ekseriyetle sol çizgide olan ozanlar ve onların yolundan gidenler, sıklıkla “devrim”den söz ediyor. Sağ cenah derseniz, plak neredeyse hiç yok. Müzikle çok haşır neşir değiller ama yine de tek tük örneklere rastlıyoruz. Bunlardan biri, Genç Ozan Abdullah Kılıç’ın seslendirdiği “Kuklacı Marks”. Plağı yayımlayan şirketin adı, aşırı milliyetçilerin kullandığı sözcüğe gönderme: Ülkü Plak. Kapağında, yine aynı ekibin her yerde kullandığı simge olan uluyan kurt vinyeti var. Şarkı nasıl derseniz, kendini anlatıyor: “Soyun Almanmış aslın Yahudi / Hiçe saydın dini, milliyeti / Nerede görsem bir dinsiz kedi / Orda sen varsın Kuklacı Marks / Allahsız Marks, kitapsız Marks…”

ACILI BİR DÖNEMİN BAŞLANGICI

Sonrası, ‘80’li yıllar… 12 Eylül 1980 sabahı yaşanan darbe, Türkiye’de her alanda etkili oldu ve bütün ilerlemeyi yeniden başa sardı. Darbeyle başlayan, darbenin karanlığıyla ilerleyen bir dönem bu. Zaman zaman ortamı aydınlatan küçük mumlar yandı ama yetmedi. Özellikle müzik alanında tam bir kasvet söz konusuydu. ‘70’li yılları, en azından ilk yarısını simgeleyen sözcük umuttu; sonrasında tam tersi oldu ve mutsuzluk ve umutsuzluk, ‘80’li yılları anlatan sözcükler olarak tarihe geçti. Renksiz bir dönemdi bu ve bu renksizlik, hayatın her alanında kendini gösteriyordu. Baktığımızda gördüklerimiz, sokaklarda dolaşan tanklar ve onlara eşlik eden askerlerin postal sesleri…

Yazının başlarında adını andığım Ruhi Su, 1985 yılının 20 Eylül günü İstanbul’da öldü. Daha doğru bir deyişle, öldürüldü. Hastaydı, yurt dışında tedavi edilmesi gerekiyordu ama 12 Eylül’de yönetime el koyanlar ona pasaport vermedi. Bu, o dönemde yaşanan nice acıdan biri. Yazıyı burada bitireyim, önümüzdeki hafta, 12 Eylül’ün 40. yılında, o dönemde yaşananlardan söz edeyim ve memleketin karanlık yıllarının nasıl başladığını, sonrasında neler yaşandığını anlatmaya çalışayım.

Kısa Türkiye Tarihi, sürecek…


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.