Feray Aytekin: Yüz yüze eğitim başlamazsa, okul terki artacak
Eğitim-Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan’a göre pandemi sürecinde 6 milyon çocuk eğitim hayatından tamamen koptu. Okulların kapalı olduğu dönemde çocuk işçiliğinin, çocuk istismarının arttığına dikkat çeken Aydoğan’a göre yüz yüze eğitim mutlaka başlamalı ama gerekli tüm tedbirler alınarak. Fakat Aydoğan, öğretmenlerin maaşını yük olarak gören Milli Eğitim Bakanlığı’nın, bizatihi eğitimi de yük olarak gördüğünü ve okulların açılacağı 21 Eylül öncesinde gerekli tedbirleri almadığını söylüyor.
İktidarın pandemiyi “yönetme” biçiminin korkunç sonuçlarını görüyoruz ama okulların kapalı olduğu bu uzun dönemde aslında pek bir şey görmüş sayılmayız! Çünkü esas sınav, öğrencisi, öğretmeni ve diğer personeliyle yaklaşık 30 milyon insanın doğrudan, tüm toplumun da dolaylı olarak etkileneceği 21 Eylül itibariyle başlıyor.
Mevcut koşullarda okulların zillerinin çalmasıyla, sağlık alanında alarm zillerinin çalmaması neredeyse işin “doğasına” aykırı olur. Zira öğretmenlerin maaşını bile en büyük yük olarak gören bir anlayışın yönettiği eğitim yönetimi, kamu okullarında gerekli önlemleri almıyor ve neredeyse işi oluruna bırakıyor.
Bununla birlikte çocuklar açısından yüz yüze eğitime başlamak hayati önem taşıyor. Sadece bilgisayarı, İnternet’i olmadığı için uzaktan eğitime dâhil olamayanlar açısından değil, tüm çocuklar için vazgeçilmez bir sosyalleşme alanı olan okulların kapısı açılmalı. Ama nasıl? Eğitim-Sen Genel Başkanı Feray Aytekin Aydoğan’la 21 Eylül öncesi meselenin tüm boyutlarını, iktidarın sorumluluğu veli, öğrenci ve öğretmene yükleyen ve sadece sermayeye ilişkin “sorumlulukların” yerine getiren Milli Eğitim Bakanlığı’nın politikasızlığını, tercihlerini ve bunların sonuçlarını konuştuk…
Eğer bir değişiklik olmazsa 21 Eylül’de okullar yüz yüze eğitime geçiyor. Eğitim-Sen’in bu takvime ilişkin görüşü nedir?
Biz meseleye tarih veya takvim üzerinden bakmıyoruz. Sonuçta uzmanların da aktardığı üzere bu virüs kısa vadede hayatımızdan çıkmayacak. Dolayısıyla esas mesele, eğitim emekçilerinin, öğrencilerin ve velilerin kaygılarını giderecek bir çözüm politikasının Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ortaya konmamasındaki ısrardır. MEB’in aslında bir pandemi politikası yok. Bakın, yüz yüze eğitime mutlaka başlanmalıdır ama gerekli tüm tedbirler alınarak. Öte yandan milyonlarca öğrenci için hâlâ yüz yüze eğitim başlamıyor. Çünkü okul öncesi ve 1. sınıflarda yüz yüze eğitime başlama için kayıtların oldukça sınırlı olduğu bilgisini arkadaşlarımız paylaşıyor. Zorunlu eğitim çağında olan öğrenci sayısı 18 milyonu aşıyor. 15 milyonu aşkın öğrenci için hâlâ ziller çalmıyor.
Eğer yüz yüze eğitim başlayacaksa, tüm gün aynı mekânda olan öğrencilerin, öğretmenlerin, çalışanların birbirine virüs bulaştırmaması ne kadar mümkün?
Örneğin şu anda Hollanda, Danimarka, Finlandiya gibi ülkelerde yüz yüze eğitim devam ediyor. Gerekli koşullar sağlandığı için, salgın yayılımının artmasına neden olmuyor. Ama İsrail ve ABD başta olmak üzere, gerekli koşullar sağlanmadan okulların açıldığı ülkelerde sorunun hangi boyutlara geldiğini biliyoruz. İsrail ikinci dalgayı önleyemedi ve iki hafta gibi kısa bir süre içinde öğrenci ve öğretmenler karantinaya alınmak zorunda kalındı. Öncelikle öğretmen, öğrenci ve okullardaki emekçilere düzenli, ücretsiz test yapılması gerekiyor.
6 MİLYON ÖĞRENCİ UZAKTAN EĞİTİME ULAŞAMADI VEYA EĞİTİM SÜRECİNDEN TAMAMEN KOPTU
Fakat bu muazzam sayıda insana test yapılmasını gerektiriyor…
Tabii ama bunun imkânlardan ziyade politik tercihle ilgisi var. Evet, hâlihazırda 18 milyon 341 bin 888 öğrencimiz, 1 milyon 117 bin 186 öğretmenimiz var. Yüksek öğretim kurumlarını da kattığımızda, 30 milyonu aşkın bir nüfustan söz ediyoruz. Dolayısıyla eğer siz pandemi sürecinde okulları açıyorsanız, buna göre de önlem almakla mükellefsiniz.
Milli Eğitim Bakanı, okulların kapalı olduğu dönemde uzaktan eğitime ulaşamayan öğrenci sayısının 1,5 milyon olduğunu söyledi. Bu rakam doğru mu?
Değil. UNICEF raporunda sayının bunun çok daha üstünde olduğu belirtiliyor. Buradan hareketle vardığımız sonuca göre en az 6 milyon öğrenci uzaktan eğitime ulaşamadı veya eğitim sürecinden tamamen koptu. Dahası, kamu okullarının kendi arasındaki eşitsizlikler, özel okullarla kamu okulları arasındaki eşitsizlikler, kırsal bölgelerdeki çocuklarla kentsel bölgelerdeki öğrenciler arasındaki fırsat eşitsizlikleri, özel eğitim alması gereken çocuklar, anadili Türkçe olmayan çocukların yaşadıkları engeller, göçmen çocukların önündeki kısıtlılıklar eklendiğinde, ortada bir facia görürüz. Ders içeriklerinde, programların hazırlanması yönteminde ayrıca yapısal sorunlar var.
OKUL TERKİ HIZLANDI, ÇOCUK İŞÇİLİĞİ, ÇOCUK İSTİSMARI CİDDİ BOYUTLARA ÇIKTI
Nasıl mesela?
Örneğin 12-13 Ağustos tarihlerinde, ülkenin her yerinden öğretmenlerin katılımıyla Salgında Eğitim Kurumlarının Durumu başlıklı bir çalıştay düzenledik. Arkadaşlarımızın yüzde 94’ü öğrencilerinin bu süreçte uzaktan eğitime nitelikli bir şekilde ulaşamadığını söyledi. Ayrıca okulların uzun süre kapalı kaldığı olağandışı dönemlerde ve sonrasında okul terkinin hızlandığını, çocuk işçiliğinin, çocuk yaşta evlendirmelerin arttığını, çocuk istismarının ciddi boyutlara çıktığını dünyadaki çeşitli deneyimlerden de biliyoruz. Böylesi dönemlerde çocuklar köktenci grupların hedef kitlesi haline geliyor. Keza, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin, mülteci nüfusunun yarısından fazlasının bulunduğu 12 ülke üzerinden hazırladığı rapor, mülteci kız öğrencilerin yüzde 50’sinin okula geri dönmeyeceği ifade ediliyor.
Dolayısıyla okulların kapalılık süresi uzadıkça, dezavantajlı çocukların okuldan kopma oranı da artıyor, öyle mi?
Kesinlikle! Bunu öğretmen arkadaşlarımızla birlikte yaptığımız çalışmalardan da görüyoruz. Yoksul ailelerin çocuklarının her geçen gün eğitim sürecinden koptuğu ve bunun giderek okul terkiyle sonuçlanacağı görülüyor.
MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI TÜM KARARLARI ÖZEL OKUL SALİPLERİNDEN YANA ALDI
Peki Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda nasıl bir yol haritası belirliyor?
Salgının başladığı günden bu yana Milli Eğitim Bakanlığı, eğitim alanındaki tüm kararları sermayeden, özel öğretim kurumları sahiplerinden ve vakıf üniversitelerinden yana aldı. Kamu kaynakları onların tercih ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanıldı. Son olarak özel okul sahiplerinin talebi doğrultusunda vergi indirimine gidildi. Dolayısıyla eğitimle ilgili politikalar mecburiyete değil, tercihe dayanıyor. Biz Eğitim-Sen olarak yüz yüze eğitimin kesinlikle başlamasını istiyoruz ama gerekli ve yeterli önlemler alınması kaydıyla. Başta düzenli test olmak üzere, okulların temizlik, dezenfektan, koruyucu malzeme ihtiyaçları eksiksiz olarak karşılanmalı. Bakın, çocukların okula gönderilmesi ebeveyn tercihine bırakılıyor. Oysa yoksul kesimler için bu bir tercih değil, bir zorunluluk.
Çünkü işe gitmek zorunda kalan insanlar mecburen çocuklarını okula gönderecek…
Evet. O halde burada bir tercih değil, mecburiyet var. Siz eğer bunu bir tercih yapacaksanız, çocuğunu okula göndermeyecek veliye de ücretli izin sağlamalısınız. Aynı şekilde okula gitmeyecek çocukların uzaktan eğitim olanaklarını sağlamak, gerekli eğitim ve mali desteği sunmak durumundasınız. 6 milyon çocuk, bırakın nitelikli bir eğitime ulaşmayı, eğitime hiçbir şekilde ulaşamıyor. Kaç çocuğumuzun bilgisayar, tablet veya cep telefonu üzerinden, İnternet aracılığıyla eğitime erişim imkânı var? Bunları çocuklara ücretsiz olarak sağlamak Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Anayasa’nın eğitimde fırsat eşitliği ilkesi dolayısıyla bir yükümlülüğü. Eğitim meselesi bütünlüklü bir bakış gerektiriyor. Tüm yükü ailelere atıp kenara çekilemezsiniz. Evinde bilgisayarı, İnternet bağlantısı olan sayısız veli de, çocuklarının EBA sistemindeki canlı derslere katılmada ciddi teknik sorunlar yaşadığını, bu derslerden hiçbir verim alınamadığını söylüyor.
EĞİTİMDE MAKYAJDAN İBARET BİR 'BAŞARI ÖYKÜSÜ' YARATILMAK İSTENDİ
Dolayısıyla bilgisayar, tablet gibi teknik araçlar olsa bile, uzaktan eğitime katılımın önünde ciddi bir altyapı sorunu var…
Bir kere MEB’in uyguladığı uzaktan eğitim programı, yöntemiyle, altyapısıyla, içeriğiyle, biçimiyle aslında bir uzaktan eğitim programı değil. Maalesef sağlık alanında olduğu gibi, eğitimde de makyajdan ibaret bir “başarı öyküsü” yaratılmak istendi. İçeriğe değil algıya bakıldı. Ders içerikleri hazırlanırken bile en temel ilkeler gözardı edildi. Bir kere öncelikli hedef, öğrencilerin eğitimden kopuş sürecini engellemek olmalıydı. Eğitimin olmazsa olmazı, devamlılık ilkesidir. Öğrencinin devamlılığının sağlanması için mekanizmalar oluşturulmalıydı. Keza, ders içeriklerinde de mevcut koşullarda öğrencilerin ruh sağlıklarını güçlü kılınması hedeflenmeliydi. Öğrencilerde ebeveynlerine, öğretmenlerine, arkadaşlarına, kendilerine dair ciddi kaygılar gelişti. Buna rağmen sanki olağandışı bir süreç yaşamıyormuşuz gibi, son derece teknik bir ortamda öğretmenin videoya çektiği 40 dakika süreli derslerin çekimi gerçekleştirildi. Peki köydeki gerçeklikle Ankara’daki gerçeklik aynı mı? Siz öğrencilerin bu süreçteki koşullarını, psikolojilerini hiçe sayarak meseleye teknik bir olay gibi bakamazsınız.
ARADAN 6 AY GEÇTİĞİ HALDE, EĞİTİMDE 16 MART’TA BAŞLADIĞIMIZ YERDEYİZ
Size göre ne yapmalıydı Milli Eğitim Bakanlığı?
Altı aydır bu öğrenciler okula gidemiyor ve MEB altı ay gibi uzun bir süre boyunca hâlâ uzaktan eğitimi bile düzenleyemedi. Oysa gerek öğretmenler gerekse öğrenciler için eğitim destek çalışmaları, bölgesel farklılıklara göre düzenlemeler yapılmalı ve bu süreç uzman öğretmen arkadaşlarımız ve sendikalarla ortak yürütülmeliydi. Bunların hiçbiri yapılmadı. Aradan altı ay geçmesine rağmen, 16 Mart’ta başladığımız yerden bir milim ileride değiliz. Eğitim-Sen olarak yaptığımız çalıştayda örneğin, 70 öğrenciden sorumlu bir arkadaşımız, okulların kapalı kaldığı dönem boyunca en fazla 12 öğrenciyle uzaktan ders yapabildiğini, günlük ortalamaya bakıldığında da bu sayının 3 öğrenciyi geçmediğini söyledi. Bu istisna değil. 30 öğrencisi olan bir arkadaşımız ise bu sürece 2 öğrenciyle devam ettiğini söylüyordu.
Varsayalım ki, öngörüldüğü gibi 21 Eylül’de okullar, bahsini ettiğiniz tedbirler alınmadan açıldı. Veliler ne yapmalı? Çocuklarını göndermeli mi?
Bir kere tüm velilerin tedbir talep etme hakkı, MEB’in de bunu yapma olanakları var. MEB, velilerin bu kaygılarını giderecek düzenlemeler yaptığını göstermek ve bunu duyurmak zorunda. Bu süreçte ne öğrenciler ne de veliler ikilemde bırakılmalı.
ÇOCUKLAR AÇISINDAN MEVCUT SÜREÇTE EĞİTİM HAYATİ ÖNEM TAŞIYOR
Ama sonuçta böyle bir ikilem var ve görüştüğümüz pek çok veli, çocuğunu göndermeyeceğini söylüyor…
Biz ısrarla gerekli tedbirlerin alınarak, yeterli bütçe ayrılarak, yüz yüze eğitimin başlaması gerektiğini söylüyoruz. Bunu sonuna kadar zorlayacağız. Çünkü eğitim süreci tek başına akademik bilgiye ulaşma amacı taşımaz. Öğrencilerin sosyal, psikolojik gelişimi, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla kurdukları ilişki açısından eğitim süreci başlı başına hayati bir süreç. Bununla birlikte, elbette gerekli tedbirlerin alınmaması nedeniyle çocuklarını okula göndermeyecek veliler olabilir. Bu durumdaki çocuklar için devletin mutlaka gerekli olanakları sağlaması gerekiyor. Bunun için birlikte mücadele edeceğiz. Bilim insanları bu dönemin 2022 yılına kadar süreceğini söylüyor. Öğrenciler açısından çok önemli bir zaman dilimi bu. Ne şimdileri ne de gelecekleri heba edilebilir. Açıkçası sağlık hakkı nasıl hayati bir önemdeyse, çocuklar açısından da mevcut süreçte eğitim hayati bir önem taşıyor.
6 aylık uzun kapanma dolayısıyla öğrencilerin yaşadığı sorunlara dair ne tür bilgiler geliyor size?
Kırsaldaki öğrencilerin başta İnternet sorunu olmak üzere eğitime erişim olanaklarının tamamen ortadan kalktığını biliyoruz. Kadına yönelik şiddetle birlikte çocuk istismarında da artış yaşanıyor. Milli Eğitim Bakanı tarım işçisi çocukları tarlalarda ziyaret ederken çocuk işçiliğini bir tatil etkinliğiymiş gibi lanse etti. Çocukların eğitim olanaklarını sağlaması gereken bakanlığın, sorumluluğu çocuk işçiliğini durdurmak, çocukları tarladan çıkarmaktır. Bu süreçte yapılan sınavlarda da, eğitim olanaklarına erişemeyen yoksul ailelerin çocukları daha düşük puanlar aldı.
ÖĞRETMENLERİN SADECE YÜZDE 9’U, BULUNDUĞU OKULDA GEREKLİ ÖNLEMLER ALINDIĞINI SÖYLEDİ
MEB’in özel okullar için çeşitli düzenlemeler yaptığını söylüyorsunuz. Peki kamu okulları için yapılan herhangi bir düzenleme yok mu?
Milli Eğitim Bakanı, okulların açılmasına ilişkin çalışmaları açıkladığı basın toplantısında, okullarda sağlık riskini önleyecek tedbirlere ilişkin somut hiçbir şey söylemedi. Sınıfta bir öğrenciye COVID-19 tanısı konması halinde neler yapılacak, ne tür tedbirler alınacak, bilmiyoruz. Şu anda bir temizlik görevlisinin bile olmadığı okullarımız var. Bu ihtiyacın karşılanması için bile somut bir açıklama yok. Varsa yoksa “maske takın!” Bu bir düzenleme değil ki! Açıkça söylemek gerekirse, bir çok alanda olduğu gibi Milli Eğitim Bakanlığı da salgını yönetemiyor ve sorumluluğu tamamen öğrencilerin, velilerin, öğretmenlerin sırtına yüklüyor. Öğretmen arkadaşlarımız 24 Ağustos’ta seminerler için okullara çağırıldı. O gün bir anket düzenledik. Öğretmenlerin sadece yüzde 9’u, o an bulunduğu okullarda gerekli önlemlerin alındığını, yüzde 25’i hiçbir önlem alınmadığını, yüzde 66’sı da kısmen önlem alındığını söyledi. Öğretmenler için gerekli koruyucu sağlık malzemesi bile sağlanmıyor.
Şimdiye kadar Covid-19 tanısı konan öğretmen oldu mu?
Sadece 24 Ağustos’ta başlayan seminerlerden bugüne, bizim tespit ettiğimiz kadarıyla 500'ün üzerinde COVID-19 tanısı konulan veya temaslı olan öğretmen arkadaşlarımızın bulunduğu eğitim kurumu var. Bunlar sadece bize, Eğitim-Sen’e ulaşan rakamlar. Bakın, yüz yüze eğitimin başlaması için gerekli önlemlerin alınması ısrarımızı sürdürüyoruz. Toplumsal sorumluluğumuzun gereğini yapıyor, öğrencilerimizin kamusal eğitim hakkı ile birlikte, özlük, ekonomik hak mücadelemizi birlikte yürütüyoruz. İşyeri temsilcisi, üye arkadaşlarımızla, okullarda önlemlerin alınması konusunda yürüttüğümüz çalışmayı bile MEB istismar olarak niteledi. Oysa paylaştığımız bilgilerin doğru olmadığına dair hiçbir ifade kullanmadı.
Okullarda tedbir alınmadığına dair tespitler nasıl istismar olabilir ki?
Bu, sorumluluğu yerine getirmemek için yapılan bir manipülasyon. Biz bir eğitim sendikasıyız ve bilimsel verilere, somut bilgiye göre hareket ederiz. Atılması gereken her adımı da bilimsel verileri baz alarak uyarırız. Bilimsel veriler bize, çocuklar açısından yüz yüze eğitimin hayati olduğunu söylediği gibi, pandemi dolayısıyla da alınması zorunlu önlemleri, devlet tarafından üstlenilmesi gereken yükümlülükleri de ortaya koyuyor. Mevcut vaziyet, Milli Eğitim Bakanlığı’nın sadece sermaye yanlısı değil, aynı zamanda bilim karşıtı bir pozisyon sergilediğini gösteriyor.
ORTADA ÇARESİZLİK YOK, TERCİH VAR
Bu durumda, pandemi dolayısıyla 30 milyon nüfusu doğrudan, tüm toplumu da dolaylı olarak etkileyecek bir adım atmanın, etkili tedbirler almadan okulları açmanın uçurumdan atlamaktan ne farkı var?
Hiçbir yönetimin böyle bir lüksü yok. Gerekli sağlık malzemesi tedarik edildi mi, mesafeye ilişkin önlemler alındı mı, ortak kullanım alanı olan lavabolar, kütüphaneler, bilgisayar odaları, laboratuvarlar için neler yapıldı? Okullar açılmadan bununla ilgili ikna edici açıklamalar yapılmalı. Zaten halihazırda salgının korkunç boyutlarda olduğunu biliyoruz. Altını çizerek söylüyorum: Ortada bir çaresizlik yok, tercih var. İktidar maalesef tercihini öğrencilerden değil, sermayeden yana kullanıyor. Eğitime yeterli bütçe ayrılmıyor. Bakanlık, okul öncesi ya da 1. sınıf öğrenci velilerine, çocuklarını okula göndermeleri konusunda bir taahhütname imzalatmayı öngörüyor. Böylece olası bir sağlık sorununda sorumluluk veliye yükleniyor. Bu, aslında eğitim hakkının şarta bağlanmasıdır ve Anayasa’ya, uluslararası sözleşmelere açıkça aykırıdır. Kamusal eğitim hakkı tartışılmaz en temel haktır. Taahhütname imzalamamak öğrencinin okula başlatılmamasına gerekçe oluşturmaz.
Böyle bir taahhütname var mı gerçekten?
Tabii. Bu taahhütnameyle yasal sorumluluklarından kurtulmaya çalışıyorlar. Sorumluluğu öğrenciye ve veliye yükleyen bir yönetim yaklaşımı kabul edilemez. Fakat bu taahhütname aynı zamanda gerekli tedbirlerin alınmadığına dair bir itirafname aslında. Halbuki asıl taahhütnameyi imzalaması gerekenler, tüm yurttaşlara, velilere ve öğrencilere karşı, bizatihi karar alıcılar olmalı.
ÖĞRETMENLERİN PANDEMİDE UZMANLIK ALANLARI DIŞINDA ÇALIŞTIRILMASINI KABUL ETMİYORUZ
Cumhurbaşkanlığının yayınladığı yakın tarihli kararnameye göre kronik hastalığı olan, risk grubundaki kamu çalışanları işe gitmeyebilecek. Bu öğretmenleri de kapsıyor mu?
Evet, hem 60 yaş üstü hem de kronik rahatsızlığı olan kamu emekçileri için böyle bir karar alındı. Bu da e-nabız sistemi üzerinden kayda geçiriliyor. Fakat risk grubu değerlendirmesi yapılırken Covid-19 tanısı konan veya temaslı olan kişiler üzerinden bir çalışma yürütülmüyor. Keza çok ciddi sağlık sorunu yaşamış arkadaşlar mesela, risk grubu dışında tutulabiliyor. Yani risk grubu değerlendirmesi de olması gerektiği gibi işlemiyor. Öte yandan öğretmen arkadaşlarımız, Covid-19 salgını dolayısıyla mahalle denetim ekiplerine alındı. Bu arkadaşlar virüs tanısı konan veya temaslı olup karantinada tutulan kişilerin evlerinde olup olmadıklarını kontrol etmekten sorumlu. Oysa bu öğretmenlerin uzmanlık alanı değil. Dolayısıyla öğretmen arkadaşlarımız ayrıca bir risk altına sokuluyor.
Yani bu öğretmenler mahalle denetimi yapıp ertesi gün de okula, ders vermeye mi gidecek?
Şu anda durum böyle. Bakın, İstanbul’da bir okul idarecisi arkadaşımız Vefa gruplarında görevlendirme sonrasında virüs kaptı ve hayatını kaybetti. Keza meslek liselerindeki öğretmen ve öğrencileri dezenfektan ve koruyucu malzeme üretimi için çağırdılar. İş sağlığı ve güvenliği alınmadığı ortama arkadaşlarımız, öğrencilerimiz temizlik malzemesi, dezenfektan, koruyucu malzeme, hatta tek kullanımlık çatal-bıçak gibi ürünler ürettiler. 18 yaş altının sokağa çıkmaması gereken bir dönemde öğrencilere bunu yaptırdılar. Nitekim dezenfektan üretimi sırasında Eğitim-Sen üyesi arkadaşımız Ramazan Şahin, yaşanan patlamada hayatını kaybetti. Oysa biz herhangi bir sağlık riskine neden olacak koşullarda, uzmanlık alanı olmayan işlerde çalışmak zorunda değiliz. Hem ILO sözleşmeleri hem de iç hukuk bize bu güvenceyi tanıyor. Arkadaşlarımıza, üyelerimize bu konuda çağrı da yaptık. Tüm eğitim emekçisi arkadaşlarımız, böylesi işleri yapmama hakkına sahip olduğunu bilmelidir.
SALGIN DÖNEMİNDE ÖZEL OKUL SAYISI ARTTI, KAMU OKULU SAYISI AZALDI!
MEB’in mevcut politikası geleceğe ne tür sonuçlar bırakıyor?
Biz zaten salgından önce de eğitimde eşitsizliğin her geçen gün derinleşmesinden yakınıyor, buna karşı direniyorduk. Eğitime yeterli bütçe, politik bir tercih olarak zaten ayrılmıyordu. Örneğin 1998’de eğitime ayrılan bütçe yüzde 30 oranındayken, 2002 yılında bu oran yüzde 1,7’ye, 2020’de yüzde 4,65’e kadar düştü!
Bu bütçeyle eğitim nasıl yürütülebiliyor peki?
Zaten okulların ihtiyaçları uzun yıllardır, “kayıt parası”, “katkı payı” gibi isimler adı altında velilere ödetiliyor. Bu da kamu okullarının kendi arasında da ciddi eşitsizlikler yaratıyor. Çünkü belli bölgelerdeki veliler, okul ihtiyaçlarını karşılayacak güce sahipken, ülkenin büyük bölümünde velilerin böylesi ödemeler yapma imkânı yok. Dolayısıyla sadece Ankara’da bile Ayrancı ile Mamak-Tuzluçayır’daki iki kamu okulu arasında ciddi eşitsizlikler oluşuyor. Hâl böyleyken, kamu okullarına ayrılacak yeterli bütçemiz yok diyen iktidarın özel okullara teşvik adı altında büyük paralar aktardığını görüyoruz. Kamusal eğitim devletin sorumluluğudur, hiçbir isim altında velilerden ücret toplanamaz.
Gerçekten de özel okullara büyük paralar mı aktarılıyor?
Bunlar gizli bilgi değil ki! Salgın döneminde bile özel orta öğretim kurum sayısı 305 artarken, bununla ters orantılı olarak kamu ilkokul sayısı azaldı. Bu eşitsizlikler MEB’in raporlarına bile yansıdı. Geçtiğimiz yıl yayınlanan raporda okullardaki eşitsizlik oranının yüzde 60’ın üstünde bir oranda olduğu bizatihi MEB tarafından itiraf ediliyor. PISA raporu bizde daha çok akademik başarı üzerinden tartışıldı ama oradaki temel uyarı da, Türkiye’deki eğitim eşitsizliğinin çok ciddi boyutlara ulaştığı yönündeydi. Yoksul ailelerin çocukları her gün eğitimden daha da uzaklaşıyor. Buna rağmen özelleştirme politikalarındaki ısrar sürüyor. Bakın, bir çok özel okulun, şu anda öğrencilerimizin eğitim hakkıyla birlikte sağlık hakkını da pazarlandığını görüyoruz.
SAĞLIK HAKKI ÖZEL OKULLARIN PAZARLAMA KOZU OLMAMALI
Nasıl yani?
Yüz yüze eğitim başladığında okullarında sağlık görevlisi, özel izolasyon odası olduğu, sınıfların azaltıldığı, her sırada tek öğrencinin oturtulacağı, her sıranın önünde koruyucu cam olacağı ve maske takmadan ders yapılabileceği gibi reklamlar yapılıyor.
Bunların devlet okullarında olması çok mu zor?
Elbette değil. Sağlık hakkı özel okulların pazarlama stratejisinin bir kozu olmamalı. Devlet zaten hem özel hem kamu okullarında bunu zorunlu kılmalı. Ama bırakın bunları, velilerin ücretlerinin geri ödenmesini bile vergi indirimi, yemek, servis ücretleri üzerinden özel okul sahiplerinin inisiyatifine bırakan bir MEB var karşımızda.
ÖĞRETMENİ YÜK, ÖĞRENCİYİ MÜŞTERİ OLARAK GÖRÜYORLAR
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un geçtiğimiz günlerde eğitimdeki en büyük yükün öğretmen maaşı olduğuna dair açıklamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Söz konusu basın toplantısında milyonlarca insan, okulların nasıl, hangi koşullarda açılacağına, eğitime ne kadar bütçe ayrılacağına ilişkin açıklamayı merak ediyor, bakanın şeffaflıkla bilgi paylaşmasını istiyordu. Fakat bakanın çıkıp öğretmen maaşlarını yük olarak gördüğünü itiraf etmesi, aslında eğitimi de yük olarak gördüğünün itirafıdır. Bu bir özel okul sahibinin tipik yaklaşımıdır ama aynı yaklaşım zaten iktidarın politikasıyla örtüşen ideolojik bir yaklaşımdır. Zaten kamusal eğitimi böyle görüyor ve o yüzden eğitimde piyasalaşmaya ağırlık veriyorlar. Yakın zamanda Özel Okullar Derneği Başkanı bir zat, okulların açılmama gerekçesi üzerinden öğretmenleri hedef gösterdi. Öğretmenleri yük, öğrenileri müşteri olarak gören bu yaklaşıma MEB’den herhangi bir tepki gelmedi. Çünkü bakanın yaklaşımıyla bu yaklaşım örtüşüyor.
Ne demişti dernek başkanı?
Öğretmenlerin çalışmadan maaş almak istedikleri için okulların açılmasını istemediklerini iddia ediyordu. Bu süreçte hedef gösterdikleri öğretmenler ise MEB’in yetersiz uzaktan eğitim yapısına rağmen öğrencilerine ulaşmaya çalışıyor, telefonla, zoom gibi araçlarla ders yapmak için didiniyorlar. Dahası, öğretmenler yoksulluk sınırının altında çalışıyor. Açlık sınırının altında çalıştırılan, asgari ücretten bile daha düşük maaş alan arkadaşlarımız var.
ÖZEL OKULLARDAN 50 BİN ÖĞRETMENİN ATILMASI SÖZ KONUSU!
Bir de ataması yapılmayan sayısız öğretmen var…
Dahası, 1 Eylül’de ataması yapılan arkadaşlar hâlâ göreve başlatılmadı. 18 Mart’ta ataması yapılan arkadaşlarımız, aylar sonra göreve başlatıldı. Çünkü eğitime ayrılan küçük bütçe bile yük olarak görülüyor ve maliyetleri öğretmenler üzerinden düşük tutmaya yöneliyorlar. Öte yandan seyreltilmiş, aşamalı dahi olsa yeni öğretmen ataması şart. Fakat bu konuda bir gündem bile yok. Son haftalarda ek ders ücreti kesintisi başta olmak üzere öğretmenlerin salgın öncesi ücretlerinden bile düşük ücret alması söz konusu. Özel okullarda da bu anlamda çok ciddi sorunlar yaşanıyor. Arkadaşlarımız zaten düşük ücretle, esnek koşullarda çalıştırılırken, şu anda çoğu kısa çalışma ödeneğiyle çalışmak zorunda bırakıldı. Ücretleri kesildi, esnek çalışma saatleri ciddi boyutlara ulaştı. Gecenin bir yarısında bile ödev paylaşımı yapan ve buna cevap vermek zorunda kaldığını söyleyen arkadaşlarımız var. Keza özel okullardaki arkadaşlarımızın önemli bir kısmının sözleşmesi yenilenmiyor. Özel öğretim kurumlarında çalışan 50 bini aşkın arkadaşımızın işten çıkarılması söz konusu. Bu bir felaket!
Bu süreçte Milli Eğitim Bakanı’yla herhangi bir iletişiminiz var mı?
Salgının başladığı günden bu yana sürekli MEB’e, YÖK’e çağrıda bulunarak, mutlaka ortak akılla, toplumsal mutabakatla, şeffaf bilgiyle bu sürecin yürütülmesi gerektiğini söyledik. Eğitim sendikalarıyla, eğitimin tüm özneleriyle birlikte izleme kurulları oluşturulmasını önerdik. Çalıştay sonuçlarımızı, saha araştırmalarımızı yine bakanlığa, YÖK' e ilettik, uyardık. Arkadaşlarımızın alanda yaşadığı sorunları aktardık. Fakat süreci ortak akılla yürütmek gibi demokratik, bilimsel bir yaklaşımla hiç karşılaşmadık. Oysa salgının geldiği noktada, öğrencilerin eğitimden koptuğu bir dönemde MEB, YÖK ve diğer tüm karar alıcılar açısından süreci ortak akılla, toplumsal mutabakatla yürütmek bir tercih değil, zorunluluktur.
Aksi halde?
Eğitim emekçilerine rağmen atılan her adım, başta sağlık hakkı olmak üzere telafisi olmayacak sonuçlar yaratır. Sadece eğitim emekçilerinin değil, tüm toplumun sağlık hakkı söz konusu. Bunu gözardı etmeye kimsenin hakkı yok! MEB, ilgili bakanlıklar, siyasi iktidar öğrencilerimizin, öğretmenlerin, eğitim emekçilerinin, velilerin, halkın sağlık hakkından, öğrencilerimizin eğitim hakkından sorumludur.
İrfan Aktan Kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.
Akşener’in taht oyunları continues 27 Eylül 2021
Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar 25 Eylül 2021
Oğuz Kaan Salıcı: Çözüm sürecindeki önerilerimizin arkasındayız 18 Eylül 2021
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI