Kırk yıl geçmiş ama hiçbir şey geçmemişken…
Darbe teşebbüsü ihtimali dikkate alınarak dava açılması suç, yargı yoluyla darbe teşebbüsünün gerçek olup olmadığının açığa çıkmasını savunanlar suçlu sayılıyor bu ülkede halen. Anlı şanlı siyaset bilimcilerimiz bile halen 12 Eylül davasını, hukuken ve siyaseten anlamı sınırlı, sembolik, sığ hesaplaşma gibi görüp, gösterebiliyorlar.
Geçmiş deriz sıklıkla eski günleri, iyi ya da kötü yanlarıyla yad ederken ama aslında biz insanlar, geçmemiş olanların yekunundan ibaretiz. Teker teker, her birimizin geçmemiş yanlarının yekunu olan yakın tarih de sıklıkla vurur bunu yüzümüze. 12 Eylül de böyle çok kişi için ve tabii ki toplum için geçip gitmek bilmeyen, içimize çöreklenip bizden bir parçaya dönüşmüş, hastalıklı yanlarımızdan. Darbeciyle yargı önünde yüzleşmek istedik yıllar boyu, zihnimize oturmuş zehri akıtmak için neşter vurmak misaliydi ve işte o vakit bir ihtimal geçip gitmiş olabilecekti. Heyhat! Denenmemiş değil ama tamamına erdirilemedi. Her işimiz gibi darbe davaları da yarım yamalak kaldı değil bırakıldı. Bile isteye yargı makamlarınca, siyasi iradeyle, hatta akademisyenlerce önemsizleştirilerek, yargılanıyormuş gibi yapılarak, yarım bırakılması için çaba harcandı. Belirli kişileri suçlamak için yazmıyorum. Karar vericilerin ve karar vericilerin kararını etkileme potansiyeline sahip olanların bakış açısına dikkat çekmek için özellikle 12 Eylül'ün ‘zihin evreni’nde neşv ü nema bulmuş nesiller olduklarını hatırlatmaya çalışıyorum.
Merhum savcı Sacit Kayasu (ben ondan razıyım dilerim Allah da ondan razı olsun) hiçbir 12 Eylül yazısında ismini anmadan geçemeyeceğim kadar önemli bir iş yapmıştı. ‘Onuncu köyün savcısı’ bu ülkeye, herhangi bir insanın dilerse darbeciye yargı yoluyla meydan okuyabilme ihtimalini, hediye etmişti. Hukuki zaman aşımını yarı süresi kadar uzatmakla sınırlı kalmayıp moral destek de sunmakla izah edilmesi gereken bu hediyenin, siyaset eliyle çarçur edilmesi, kıymetinden bir şey eksiltmedi benim gözümde. Darbenin otuzuncu yılında, hukuken uzatılmış haliyle bile zaman aşımının dolacağı gün yapılan referandumla yargı yolunun açılması, darbeciyle yüzleşme ihtimalinde kontrolün siyasetin eline geçmesi sonucunu getirdi.
AKP iktidarının, bireylerce açılması muhtemel davaları -kapalı kapılar ardında- ‘biz zamanını biliriz, bekleyin’ yaklaşımıyla durdurduğunu/engellediğini, hatırlayan çoktur. Yazık ki bu bilinen zamanın iktidar sahiplerinin siyasi ikbali açısından elverişli zaman olduğunu idrak etmek kolay olmadı. Yargı yolunun 12 Eylül 2010 tarihli ve şu meşhur ‘yetmez ama evet’ referandumuyla açılması, hukuken yüzleşme ihtimalinde kontrolü siyasi iradenin kendi eline alması işlevini gördü. Devlette devamlılık esastır ilkesi uyarınca, yeni baş olmuş eski ayaklar, usuletle ve suhuletle, devletin ki burada devlet, 12 Eylül darbesinin ‘kurucu iktidar’ sayıldığı yapılanma biçimi olarak anlaşılmalı, işte bu devletin şanına halet getirmeden yargılıyormuş gibi yaptılar. Mahkumiyet kararının temyizi için adeta sanıkların ölmesi beklenerek süre uzatıldı ve varislerinin hak kaybına uğramayacağı şekilde sonuçlandırılarak şiş de yakılmadı kebap da. Şimdi darbe davası üçüncü kez Yargıtay’a taşındı. Mahkumiyet kararının gereği olarak müsadere hükmünün varislere rücu ettirilmesi yönündeki Yargıtay başsavcılığının, esasa etkisi olmayacak raporuyla dava dosyası, tekrar 16’ncı dairenin elinde. ‘Kurucu iktidar’ küstahlığının güvencesi olan zihin evreni hâlâ iş başındayken sonucunu merak eden yoktur sanırım.
Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya yargılanırken siyaset, sanat, akademi alanlarından pek çok kişi, iki yaşlı insandan söz ediyordu, idam edilenlerin gençliğini konuşmak yerine. İşkenceleri, hak ihlallerini ve işkenceyi, hak ihlalini devletin normal işleyişi yapabilme gücünü, kendisinden sonraki her iktidara devredecek şekilde oluşturulan düzeni ortadan kaldırmak yerine, iki ihtiyar dedi çok kişi. Yine de bu haliyle bile 12 Eylül darbesi, sadece kırkıncı yılında değil her zaman en çok itiraz edilen askeri darbe olmuştur, öncesi ve sonrasıyla bütün diğer askeri darbeler ve darbe teşebbüsleri arasında. Fakat 28 Şubat olsun, 27 Nisan e-muhtırası olsun hâlâ bazı yandaşlar bulabilmekte kendisine. Hele 15 Temmuz kalkışması ardından ortaya çıkan kumpaslar nedeniyle ‘yok hükmünde sayılan’ muhtemel darbe girişimlerine hiç değinmiyorum bile. Zaten onlar da kendilerini beraat etmiş sayıyor, topluma öyle yutturmaya çalışıyorlar. Omzu kalabalık bir apoletli Anayasa Mahkemesi hak ihlali kararıyla yeniden yargılanma yolunu açtığında sırf Cumhurbaşkanı yargılanma izni vermediği için kendisini neden beraat etmiş sayar ki, sahiden neden?
Anayasa Mahkemesi benzer hak ihlali kararı verdiği halde salıverilmeyen Ahmet Altan, Mümtazer Türköne gibi yazarlar hâlâ cezaevindeyken, bu ülkenin okuyan-yazan-düşünen insanları nasıl olur da İlker Başbuğ’a beraat etmiş gözüyle bakar? Sorduğuma bakmayın, cevap beklemiyorum çünkü nasıl olduğu açık. Hiçbir darbe davası adaletin gereğini yerine getirecek bir hükümle sonuçlanmadığı için böyle oluyor. 12 Eylül davasında Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya temyiz aşamasında öldüğü için dosya kapatılıp, birinci derece mahkemesinin verdiği mahkumiyet kararı, tüm sonuçlarıyla uygulanmadığı için. 28 Şubat davasında sanıklar, dava sürecinde gerçekleşen FETÖ kalkışmasını savunmalarına taşımış ve ‘biz bunlarla mücadele ediyorduk’ diyebilmişler ve 15 Temmuz kalkışması sayesinde verilen hükümler adaletten uzak, cılız kalmıştı. 28 Şubat için ‘hayırlı olsun’ diyen Fethullah Gülen ve bağlıları, doğrudan veya dolaylı olarak bütün darbecilere hayırlı olmuştur vesselam. Ergenekon, Balyoz dosyalarına yapılan müdahaleyle o darbe teşebbüslerinin yok hükmünde sayılmasına yol açtılar. O darbe teşebbüsü davasını destekleyen gazeteciler için ‘Ergenekon’un intikamı’ niteliğindeki cezaevi süreci devam ediyor.
Darbe teşebbüsü ihtimali dikkate alınarak dava açılması suç, yargı yoluyla darbe teşebbüsünün gerçek olup olmadığının açığa çıkmasını savunanlar suçlu sayılıyor bu ülkede halen. Anlı şanlı siyaset bilimcilerimiz bile halen 12 Eylül davasını, hukuken ve siyaseten anlamı sınırlı, sembolik, sığ hesaplaşma gibi görüp, gösterebiliyorlar. 12 Eylül bu ülkenin tarihinde bir sayfa açtı. Hâlâ açık kalan o sayfadayız ve akademisyenlerimizin, düşünürlerimizin darbe davalarını önemsizleştirme çabası sürüyor. O zihin evreni hâlâ soluklandığımız havayı zehirliyor. Kaç nesil daha zihinler aynı şekilde zehirlendikten sonra aklımız başımıza gelecek bilmiyorum. Sembolik olarak bile çeviremediğimiz o açık kalan sayfayı, gerçek hayatta kapatmak nasıl mümkün olur, biri bunu bana anlatırsa sevinirim.
Berrin Sönmez Kimdir?
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.
İstifa etmek yerine cambaza baktıranlar 15 Kasım 2024
Kadın ve çocuk cinayetlerinde cezasızlık olgusunun payı 08 Kasım 2024
Kent uzlaşısına kayyım atandı 01 Kasım 2024
Meclis etki ajanlığı teklifini reddetmeli çünkü… 29 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI