Özet: Bay Makron haddini bilecek!
Yeri geldi koy gözüm oraya bir foto: Uzun boylu Erdoğan elini ufak tefek Macron’un omzuna atmış. Fazla söze ne hacet?! Koy bir foto daha: Macron koltuğun ucuna ilişmiş, büzüşmüş hatta. İki eli de kolçakta, bacakları bitişik dikkatle dinliyor. Muhatabı Erdoğan ayak ayak üstüne atmış, bir de ardına yaslanmış. Rahat, özgüvenli.
Erdoğan’ın dış siyasetini, evet nezaketen “Ankara” diyoruz ama işin doğrusu bu, eleştirmek Yunanistan ve Fransa’nın yanında, başka deyişle Türkiye’nin karşısında yer almak mıdır? Erdoğan’ın dış politika başarısı, CHP’yi dahi “cumhurbaşkanlığı makamına dil uzattırmayız” diye bağırtmaktadır. Belki CHP’ye yahut Kılıçdaroğlu’na eski büyükelçi dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı dayandırılamamasının bir nedeni de budur. Ayrıca diplomaside “yapay tercihlerden kaçınmak gerekir” diye öğretilir.
Yunan süngüyü taktı kapıya dayandı. Sayın Macron hattızatında haddini aştı. Gün birlik ve beraberlik, börkleri giyip türbe beklemek günü. Bahreyn’in İsrail ile diplomatik ilişki kurmasının “yok hükmünde” olduğunu da eklemek gerek. Avrupalı da, Avrupa da, yani AB de, yahu sözü dolandırmayalım, bildiğiniz “gavur” işte, bizi sevmez zaten. Onlar bizi sevmeyecekse, biz de onları hiç sevmeyiz, olur biter. AB’den ne alıyoruz, AB’ye ne satıyoruz; bizim ulusal ticaret hacmimizde yüzdesi nedir, AB tarafında ne kadardır, Gümrük Birliği hangi taraf için önemlidir girme o konulara.
Halbuki Müslüman, Sünni, Arap, onlar bizi çok sever. Bilemedin, eski Osmanlı “coğrafyası” açık kollarla, nemli gözlerle bekler Türk’ün ufuktan yeniden görünmesini. Kürt de Müslüman, Sünni ama işte biraz bölücülük şeyi var galiba onlarda. Zaten derdimiz terörle bizim, Kürt kardeşlerimizle değil. Biraz da kavmiyetçi çözüm şey oluyor, ümmetçi olsa keşke halbuki. Yahut Misak-ı Milli önce şey olsun, şöyle elli ila yüz sene içinde sorun kendiliğinden çözülecek. Sorun dermişim, Kürt sorunu yok tabii.
Yeri geldi koy gözüm oraya bir foto: Uzun boylu Erdoğan elini ufak tefek Macron’un omzuna atmış. Fazla söze ne hacet?! Koy bir foto daha: Macron koltuğun ucuna ilişmiş, büzüşmüş hatta. İki eli de kolçakta, bacakları bitişik dikkatle dinliyor. Muhatabı Erdoğan ayak ayak üstüne atmış, bir de ardına yaslanmış. Rahat, özgüvenli. Belli ki almış Macron dersini, ediyor ezber. Böyle berbad ederler adamı, aklını alırız alimallah. Heh heh heh…
Sahi, nereden nereye geldi Türkiye? “Siyaseten yok hükmünde” bir devletten, bugünlere. Bakınız Başbakan Ecevit’in karşısında, Beyaz Ev’de kanapenin arkalığına affedersiniz mabadını yarım koymuş Başkan Clinton. Neden? Aynı boyda olmak, tepeden bakmamak için sağlığı bozuk, ileri yaşından ötürü olabilir mi titrek duran muhatabı karşısında? Ya, ne yapmalıydı merhum Ecevit? “Kalk lan” diyebilirdi. Bir hışımla “kalkın beyler, anlayacağımızı anladık” diyerek, çıkıp gidebilirdi. Yahut karşılıklılık esastır şiarıyla, o da kanapeye uzanabilir, tavana bakarak, “eee geliyor musun arada Türkiye’ye filan?” diye sorabilirdi.
Yaw, aday meslek memuruyken değil genel müdür-büyükelçi, daire başkanımız seslendiğinde ceketimizi kapar, koşar adım giderken bir yandan önümüzü ilikler, açık duran kapıyı yine de usulen tıklatır, “gel” denilmeden içeri girmezdik biz. Hatta askere öykünüp, kapı tıklatmak yerine topuk selâmı vermeye başladıktı da, genel müdür yardımcısı “işin bokunu çıkardınız iyice” diye gülerek azarlamıştı bizi. İşte bunlar hep “power distance”, kültürel farklılık, bkz. Gladwell’in Kore Havayolları üzerine denemesi.
Sırbistan Cumhurbaşkanı Vuciç’in süt dökmüş kedi gibi sandalyede oturduğu fotoyu gördünüz. Zamanında Tito’nun Başkan Nixon’un yanında Küba purosunu tellendirirkenki fotosunu da. Sonra dışişleri sözcüsü Zakharova hanım “Temel İçgüdü” filmindeki malum Sharon Stone pozunu paylaşıp dalgasını geçmiş. Nihayet Sayın Putin telefon edip Vuciç’ten özür dilemiş. Başka? Kruşçev’in 1960 BM Genel Kurulu’nda kundurasını eline alıp, masaya küt küt vurduğu sahneyi anmısadınız mı? (Hikâye güzel ama gerçekliği şüpheli bu arada: Kruşçev’in masayı kolundaki saati bozacak denli sert yumrukladığı kısmı geçerli.)
Konumuza dönelim. Biz şimdi “diyagonaldan” Libya’nın meşru kısmının yarısı UMH ile MEB mutabakat muhtırası imzaladık ya. Evet abi. Aslında diplomasi aradık biz, çünkü biz haklıyız. Ama kahpe Yunan da gitti, alık Mısırlıyla MEB imzaladı. Bizim UMH ile yaptığımız gibi mi yani? Yok aslanım, onlarınki yok hükmünde, sen yine uyanamadın. Fırsatçı Yunanistan, tam Almanya’ya güvendik, bu haltı yedi. Anladım abi. Hem darbeci Sisi olmasaydı. Uluslararası ilişkiler böyledir, ona öyle buna böyle bunu da mı bilmiyorsun? Pekiyi abi.
Ben değil beni sevmezsiniz, bakınız (e.) Büyükelçi Namık Tan anımsatmıştı geçen gün: “Suriye, İsrail, Libya, Mısır’da büyükelçi yok. Lübnan, BAE ve Suudi Arabistan’da var ama yok. Yunanistan, Fransa ve Almanya ile ilişkilerimiz gergin. ABD ile ciddi sorunlar var.” İşte “nereden nereye” dedik ya. Pısırık monşer devri kapandı hamdolsun. Hoş zaten hep yeşildi fındık dalları. Hariciye de hep “transactional” baktı diplomatik ilişkilere. “İcat çıkarma kardeşim”, “sen şimdi onu bırak da biz işimize bakalım”, “iyi tayin-çocukların okulu”, muhalefeti çözdüğü gibi memuriyeti de iyi çözdü AKP.
Bir dönem doksanlı yılların sonunda MGK çizelge isterdi Dışişleri’nden uluslararası kuruluşların Türkiye’ye yaklaşımını gösteren. Çizelge önemli biliyorsunuz. Amaç-tanım-kapsam. Bakışlar çakmak, kaşlar çatık. Bir toplantıda “yani misal BM’nin, NATO’nun ülkemize bakışı nedir, bunu mu yazacağız, nasıl olacak?” diye soracak oldumdu, cehalet tabii benimki, hemen bizimkilerden biri “genç arkadaşımız fevri” diye vaziyeti toparladıydı.
Uluslararası ilişkiler devletlerarası ilişkiler olacak herhalde son baktığımda öyleydi. Devletten devlete muhabbet olur mu bilemedim. Devlet kendi çıkarını korur. Her devlet kendi halkının çıkarını mı korur? Millet ile halkı eşitlersen, hükümet ile idareyi ayırırsan, muhalefetken iktidara gelmeyi değil devleti geri almayı amaçlarsan. Hükümetin meclis denetiminin dışındaysa, hesap vermiyorsa. Elinde çekiç, her sorunu çivi görüyorsan. Aynaya bakmayı reddedip, yedi (demokratik) düvel pandeminin ekonomik yıkımından halklarımızı nasıl sakınırız diye düşünür, hangi kalemden kesip, halkın cebine aktarırız hesabı yaparken sen suya balıklama atlarsan.
Ajaccio’da Macron ne dedi? Metni var. Ama dediğinin çevirisi şu: Türkiye hiçbir zaman AB üyesi olamayacak. Türkiye’siz de olmaz. Çatışmadan kaçınıp, müzakereyle sonuç almalıyız. Sonuç alıcı müzakere için ise “suçlu bir zafiyet” değil, Trump/Putin yaklaşımı göstermeliyiz. Almanya tam Fransa’nın yanında değil. İtalya’nın da Libya’dan aldığı gazın geldiği yataklar UMH denetimindeki bölgede. Ne Almanya, ne İtalya, Britanya’nın çıktığı AB’nin liderliğine Fransa geçsin diye bayılır. Ne Fransa’dan bir ABD çıkar.
AB en büyük yanlışı nerede yaptı? GKRY’yi Kıbrıs’ın tamamının temsilcisi olarak tam üye kabul ettiğinde. Pekiyi bizde AB hedefi kaldı mı? Yalnızca serbest dolaşım hedef. O bile “terörün tanımı” konusuna takıldı, varın gerisini siz düşünün. Üstelik AİHM Başkanı Spano'nun ziyareti ve Midilli’deki Moria sığınmacı kampı yangını AB’nin kifayetsizliğini, ikiyüzlülüğünü, aczini layıkıyla teşhir etti.
Ne yapılabilir? Alır önce Ege haritasını önüne koyar, siyasal iradenle fifti/fifti yaratıcı ve yapıcı bir çözüm ararsın. Kıbrıs’ta da “Hedef 2024- 50.yılda çözüm” diye bir siyaset açıklarsın. Karşılığında Yunanistan’dan Türkiye’nin AB üyeliğini ve Kıbrıs’ta çözümü bütüncül bir paket halinde desteklemesini talep edersin. Sözünde üsluba, zamanlamaya, içeriğe, muhataba dikkat edersin. İç politika malzemesi aramazsın.
Diplomatik, yani siyasal çözüm doğası gereği mükemmel olmaz. Ekonomik, tarihsel, askeri, demografik tam gerçekliği hiçbir zaman yansıtmaz. Atatürk ile Venizelos bunun için barış yapabildi. İnönü Türkiye’yi II. Dünya Savaşı dışında tutarken bunun için Nazi Almanyası işgali altındaki Yunanistan’la en azından tek parti güdümündeki basın üzerinden empati yaptı, fırsatçılık peşine düşmedi.
Selin Sayek Böke, “Müzakere filan yok. ‘Bunlar artık kamunundur’ diyeceğiz ve devam edeceğiz.” dedi, nasıl epeydir üzerine ölü toprağı serpilmiş oyuna bir hareket geldi. Düşünün CHP çıkmış demiş ki “Ne savaşı? ‘Buralardan çıkıyoruz; o kaynakları alt-emperyalist serüvenlere, İslâmcı-milliyetçi hamasi hayallere, birtakım odakların devlet üzerindeki iktidarını sürdürmesine değil kamu yararına harcayacağız’ diyecek devem edeceğiz. “Önce barış, hep barış” diyeceğiz dese? Onu bırakın şimdi her şeyi bilen anelizci tayfa da, parti içindeki mandarinler de emin olun “yanlış oldu bu çıkış, mıy mıy mıy…” diye başlamıştır.
Bizden başka kimse konuşmasın, gemi yüzdürmesin, uçak uçurmasın, anlaşma imzalamasın ama soran olursa müzakere istiyoruz, barış arayan diplomasi yürütüyoruz. Kasamız da boş ama başımız dik hamdolsun. Altmış avukat bir günde gözaltına alınmış, Kavala üç yıldır içeride ama olsun alkış kıyamet. Muhalefeti, entelektüeli, “teknik” uzmanı” hepimiz vatan saflarındayız, yerlici ve milliciyiz. Sıkıysa olma. Bu devletin savcısı, polisi görevinin başında, herkes akıllı olacak. O kadar. Ve: Antipatik Bay Macron haddini bilecek!
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI