Bir 12 Eylül muhasebesi
Aslında Türkiye, 12 Eylül darbesiyle birlikte bu ülkede neredeyse bir Çanakkale Savaşı kadar genç/eğitimli gencini envanterinden düştü. Bu gençler öldü, hapse girdi, yurtdışına kaçtı. Doğrusu, yanlışı, şiddeti, hukuku bir yana. Bu yazı açısından en önemlisi bu gençler hayallerini, arzularını, eğitimlerini, donanımlarını, kalitelerini bu ülkenin hamuruna katamadılar. Daha doğrusu ülke, devletiyle, hükümetleriyle, toplumuyla, aileleriyle onlardan vazgeçti. Koca bir nesli dışladı.
12 Eylül’ün kırkıncı yılındayız. 12 Eylül 1980’de on beş yaşındaydım. Bugün elli beş. Muhasebe derken mevzu sadece rakamlar değil elbette. Hâlâ 12 Eylül’ün sonrasına geçememiş olmak. Nasıl büyük bir darbeyse tüm ülke onun cenderesinde yaşamaya devam ediyor. Seksenlerin hemen başında, o dönemin en önemli dergilerinden biri olan Gırgır’ın bir kapağını aklıma geliyor hep. Darbeden sonra demokratikleşme taleplerine karşı Kenan Evren ve Turgut Özal hep aynı argümanı kullanırdı: 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz? İşte Gırgır tam da bu söyleme istinaden şöyle bir başlıkla çıkmıştı bir gün: Hayır, sonrasına geçmek istiyoruz. Hâlâ ve hep haklı bir talep bu maalesef çünkü henüz 12 Eylül’ün sonrasına geçemedik.
Ömrü hayatımda bu ülkenin başına gelmiş en kötü şey olduğunu düşünüyorum 12 Eylül’ün. Ancak bu yazıda derdim siyasi bir muhasebe yapmak olmayacak. Bunun gereksiz olduğunu düşündüğümden değil, kırk yıldır zaten bir şekilde yapılageldiği için. Görece daha az dikkat çeken maliyetlerine odaklanmak istiyorum 12 Eylül’ün.
Çocukluğumda yıllarca dedemden Çanakkale Savaşı’nın bu ülkeye olan insani maliyetini dinlemiştim. Belki de insanlık tarihinin en fazla yedek subay hayatına mâlolan muharebesi olduğunu. Ülkenin en eğitimli gençlerini nasıl kaybettiğini. En önemli eğitim kurumlarının birkaç yıl mezun vermediğini. Bu gençleri kaybetmeseydik de, savaşı mı kaybetseydik diye soracaktır mutlaka birileri! Derdim o değil. Sadece somut durumun somut tahlilini yapmak istiyorum. Osmanlı’nın son dönemindeki diğer savaşlarla ve sonuçta Kurtuluş Savaşı’yla birlikte düşünüldüğünde genç Cumhuriyet’in yaşlı İmparatorluk’tan devraldığı insan bakiyesinin ortalaması için fazla araştırma yapmaya gerek bile kalmaz.
Aslında Türkiye, 12 Eylül darbesiyle birlikte bu ülkede neredeyse bir Çanakkale Savaşı kadar genç/eğitimli gencini envanterinden düştü. Bu gençler öldü, hapse girdi, yurtdışına kaçtı. Doğrusu, yanlışı, şiddeti, hukuku bir yana. Bu yazı açısından en önemlisi bu gençler hayallerini, arzularını, eğitimlerini, donanımlarını, kalitelerini bu ülkenin hamuruna katamadılar. Daha doğrusu ülke, devletiyle, hükümetleriyle, toplumuyla, aileleriyle onlardan vazgeçti. Koca bir nesli dışladı.
Bence 12 Eylül darbesinin ülkeye en büyük maliyeti buydu. Bunun sorumluluğunu yalnızca darbeyi yapan generallerin omuzlarına yüklemek de hakkaniyetli olmaz. Wilhelm Reich’ın bir sözünü biraz değiştirerek şöyle söyleyebiliriz sanırım: Toplum 12 Eylül’ü istedi, arzuladı. Bugün hâlâ büyük ölçüde cari olan 12 Eylül’ün anayasasını yüzde 90’ların üzerinde bir oranla onaylayan bu ülkenin insanlarıydı sonuçta. 12 Eylül ile faşizm kavramını birlikte cümle içinde kullanırken, generallerin gaddarlığından çok toplumun müdahilliğine odaklanmanın daha anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Bugün hâlâ 12 Eylül’ün sonrasına geçememiş olmanın nedenlerini de, kırk yıl önceki darbenin fiziki gücünde değil, toplumun ruhunda yarattığı rızada aramak gerekir. Çocukluğumuzda yediğimiz bir tokadı unutmak elbette zordur. Ancak çoğu zaman daha acı olan bizatihi tokadın kendisi değildir. O tokadı yerken çevremizdekilerin sessizliğidir. Bu sessizlikler, tokadın kendisinden çok daha derin etkiler bırakabilir bilincin derinliklerinde. Bu ülke en kaliteli gençlerinden, onların politik görüşlerine katılmadığı için vazgeçti.
Ben samimi olarak Türkiye’nin en önemli eksiğinin en geniş anlamıyla sol olduğuna inanıyorum. Demokrasi eksikliği, gelir paylaşımı adaletsizliği, milli gelirin düşüklüğü, eğitimin kalitesizliği, kamusallığın yeterince derinleşememesinin bununla da ilişkili olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin artık neredeyse kronikleşmiş Kadın/Erkek, Alevi/Sünni, Kürt/Türk meselelerini çözememiş olması Türkiye’de güçlü bir sol olmamasından da kaynaklanıyor. Bu nedenle buradan çıkış da ancak ve ancak sol bir alternatifle mümkün olabilir bence.
Elbette solu eleştirmek lazım. Mutlaka solun da çok büyük eksikleri, hataları var. Ben de yıllardır bu tür eleştirileri gündeme getirmeye çalışıyorum. Ancak şunu da unutmamak lazım: Bu ülke, bu toplum ne zaman sola döndü? Ne zaman sola kıymet verdi? Sola en son ne zaman iktidarı teslim etti? Solun en büyük hatası iktidara gelememiş olmasıdır. Bunda elbette solun kendi yetersizlikleri de söz konusudur. Ancak ülkenin halinden öncelikle sağ sorumludur. 12 Eylül ile birlikte bu gençlerden bu kadar kolay vazgeçilmeseydi, buna toplum, aileler bu kadar sessiz kalmasaydı, bugün ülkenin bütün göstergeleri bugün olduğundan çok daha iyi olabilirdi. 12 Eylül ile beraber bu ülke sanki sol elini ve ayağını kesti attı. Bugünkü halimizin bununla hiç ilgisi olmadığı ileri sürmek hakkaniyet duygusuyla bağdaşmaz.
Örneğin, 12 Eylül ve sonrasında bu gençler bu kadar kitlesel bir biçimde harcanmasaydı, bu gençlerin idealleri topluma biraz olsun nüfuz edebilseydi acaba bugün Türkiye’nin kişi başına düşen milli geliri ne kadar olurdu? Ülkenin üniversitelerindeki hoca kalitesi bugünkünden daha iyi olmaz mıydı? Bu ülke daha fazla fikir, marka, kavram üretmez miydi? Türkiye’nin kronik sorunları olarak andığım Kadın/Erkek, Alevi/Sünni, Kürt/Türk meselelerinde durumumuz bugün olduğundan daha iyi olmaz mıydı? Elbette bütün bu soruları bu gençlerin ülkenin her alanında donanımlarına layık bir biçimde değerlendirilebileceği varsayımıyla soruyorum.
Sonuç olarak bu ülkenin hiçbir sorunu çözümsüz değildir. Bu sorunların bugüne kadar çözülememiş olması ülkeyi bu sorunları çözebilecek olanların değil, büyük ölçüde bu saydıklarımı sorun olarak algılamayanların yönetmiş olmasıdır. Ve bu kısır döngünün anahtarı 12 Eylül’dür.