YAZARLAR

Anne bak, Betül erkek olmuş!

İçime oturan bir sesleniş. Ne demekti kızken erkek olmak? Ne demekti kız olmak veya erkek olmak? Bu niye bu kadar önemliydi? Bütün cinsiyet göstergelerinin ağırlığının üstüme çöktüğü ilk andı bu… Erkek olmak önemliydi. Kız doğmuş olmak kötü müydü? Kız veya erkek doğmak ne demekti? Niye öyleydi ki? Benim saçım kısalınca ona benzediğimi düşünen o çocukla ne farkım vardı ki?

Yaşlandıkça insanın dünyası bir garip karmaşıklığa bürünüyor. Anılar anlara, yeni düşler eskilerine karışıyor. Sırasını kaybetmiş olaylar, öyle bir iç içe geçiyor ki sonunda hangisi hangisiydi bilinemez oluyor. Genç bir zihnin berraklığı yitirilince, aklarla karalar kayboluyor. Zihin neredeyse silme griye çalıyor. Hele de etrafında pek az mutluluk, pek az umut varsa o grilik kesifleşiyor. Düşüncelerin ipinin ucu kaçıyor. Kararsızlıklar, belirsizlikler artıyor. Yine de bu garip çorbanın içinde kimi olaylar mıh gibi, ne yaparsanız yapın hep orada, varlığını unutmanıza asla izin vermiyor. Düşlerinizi şekillendiriyor. Zihnin sahnesinde kimi zaman belirgin, en önde, kimi zamansa silik bir gölge gibi geride ama hep orada bir figür olarak durup duruyor.

Benim kişisel hikayemde de mıh gibi zihnime çakılmış birkaç anı var. Erken çocukluk yaşantıma ait anılar bir kısmı. Babamın bir sözü, annemin hüzünlü bakışları, kardeşimin doğumu, anneannemin sabah kahvelerine eşlik eden öyküleri, bana benimle ilgili anlatılanlar, arkadaşlarımdan duyduklarım, oyunlarımız, kavgalarımız… Bir bağlam oluşturacağını umarak ilk önce erken çocukluğuma ait bu türden bir anımı anlatacağım. Mıh gibi olanlardan…

Dört yaşlarında olmalıyım. Birkaç ay küçük veya büyük… Ankara’da Tandoğan’da oturuyoruz. Mahalleden kızlı erkekli birçok arkadaşım olduğunu hatırlıyorum. Sanırım bir Pazar günü… Pazar olmalı çünkü annem evde, her Pazar olduğu gibi çamaşır yıkıyor. Babama emanet edilmişim. Saçlarım kıvırcık, pek yola gelmiyor. Annem bıkmış olmalı ki babama beni kuaföre götürüp saçlarıma çeki düzen verdirtmesini söylüyor. Babam pek çok baba gibi… Saç denen şeyin önemini pek kavramış değil. Alıyor beni kendi saçlarını kestirttiği mahalle berberine götürüyor. Babam beni berberin ellerine terk etmiş, müdahale de etmemiş. Ben koltuğun kolçaklarına konulmuş tahtaya oturtulduğumu hatırlıyorum ama gerisi silinmiş. O tahtadan tahtımda saçlarım üç numaraya vurulurken ne düşündüm ne hissettim, olayı anladım mı bilmiyorum. Ama oradan ayrıldığımızda artık tam bir erkek çocuk gibiydim. Benim cinsiyet meseleleriyle ilgili kafamı karıştıracak bir dizi olayın başlangıcı oldu bu. Oturduğumuz apartmana yaklaştığımızda üst komşumuzun benden biraz büyük oğlunun balkondan beni gördükten sonra içeriye, annesine seslenişini hiç unutmadım: “Anneeeee Betül erkeeeekkk olmuşşşş!”

İçime oturan bir sesleniş. Ne demekti kızken erkek olmak? Ne demekti kız olmak veya erkek olmak? Bu niye bu kadar önemliydi? Bütün cinsiyet göstergelerinin ağırlığının üstüme çöktüğü ilk andı bu… Erkek olmak önemliydi. Kız doğmuş olmak kötü müydü? Kız veya erkek doğmak ne demekti? Niye öyleydi ki? Benim saçım kısalınca ona benzediğimi düşünen o çocukla ne farkım vardı ki? Bütün bu soruların zihnime sızdığı o günden itibaren kimliğimin çatışmalarla, karşıtlıklarla, belirsizliklerle, baskılarla, özgürlük tutkusuyla şekillenişine yavaş yavaş uyandım diyelim. Kadın olarak büyümek, daha da çok “cinsiyetsiz” bir çocuktan bir kadına dönüş(türül)mek…

Sorularım çoktu. Kimliklerin içine hapsedilmek garipti. Bütün o farkı imleyen kültürel göstergeler. Örneğin tuvaletler… Giysiler… Anlamak zordu. Yıpratıcıydı. Zaten anlamak üzere sorduğum hiçbir soruya doğru düzgün cevap gelmiyordu. Bedenini keşfetmek denir ya hani… İyi ama beden de bir kurgu değil mi? Keşfedilmesi beklenen o beden denen çok katmanlı kurgunun örüntüleriyken bir çocuk ne yapsın? Ama yine bir başka çocuk, bu karmaşayı tek bir cümleye sığdırabiliyordu. Saçını kestirmekle, kısacık bir saçının olmasıyla kadınlıktan erkekliğe öylece geçilebiliyordu. O tek cümleyle cinsel kimliklere atfedilen kesinlik yerle bir oluveriyordu.

Sözü toplumsal cinsiyet kavramından rahatsız olanlara getirmek içindi bu girizgah… İstanbul Sözleşmesi üzerinden cinsel kimliklerin yerleşik katı sınırlarının inşa edilmiş olduğunu reddedenler, cinsiyet meselesini biyolojik veya doğuştan değişmeyen bir öze, doğal olana indirgeyerek eşitlik sorununu tartışılamaz hale getiriyorlar. Eşitsizlik görünüş sayılınca, eşitlik mücadelesi de onların ve müritlerinin gözünde bir yanılsamanın yersiz, gereksiz sonucu olarak yadsınabilir hale geliyor. Kadın bedeni annelikle kutsanmışken başkaca bir eşitlik talebi anlamsız kabul edilebiliyor. Cinsiyetler arasındaki geçişkenlikler, inşa edilmiş sınırların kararsızlığı ve muğlaklığı, ilişkilerin ve taleplerin çoğulluğu bu perspektifle yok sayıldığında toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinin özneleri de hiçe sayılmış oluyor. Veya tersi... Sonuç: Ölümcül şiddetin doğal kabul edilen farka istinaden meşruiyeti… Katledilen, sakat bırakılan, istismara uğrayan her yaştan kadın… Cinsel yönelimleri farklı bireylerin, LGBTİ + bireylerin uğradığı şiddetse ne yazık ki görünür hale bile gelemiyor.

İstanbul Sözleşmesi'ni savunmak şart. Ancak bunu yaparken meselenin salt kadın/erkek ikili karşıtlığı perspektifinden anlaşılamayacağının, mücadelenin bütün toplumsal cinsiyet kimliklerinin ortak mücadelesi kabul edilmesiyle daha geniş bir zeminde yürütülmesinin öneminin vurgulanması gerekiyor.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.