Kitabın ortasından lafın sonundan...
Toplam seçmenin yüzde 60’ından fazlası, iktidar seçmeninin üçte biri tarafından inandırıcı bulunmayan salgın verileri üzerinden TTB’ye saldırmanın ise işe yaramak şöyle dursun, yine kendi tabanında tepki yaratmış olduğunu görmemek mümkün değil. Ancak bu denemeler devam edecek hatta daha organize bir hal alacak sanıyorum.
Bahar aylarında -neredeyse pandemi ile birlikte- iktidarın akıl almaz ataklarına maruz kaldık. Salgına rağmen meclis daha uzun çalıştırılarak bir dizi yasal düzenleme yapıldı, her alandan karma paketler halinde idari kararlar alındı ve çoğu son derece kışkırtıcı tartışma fitilleri ateşlendi. Herkese “ne oluyor” dedirten bir sağanak halindeydi yaşananlar. Meclis kapandı, yaz ayları biraz ortalık durulur derken, dış politika krizleri sökün edip yetişti. Mavi Vatan, Ege-Doğu Akdeniz meseleleri, herkese posta koyarak göze alınacak bedellerden bahsetmeler. Baro düzenlemesi, Ayasofya’nın açılması, yerel yönetim ablukasının iyice sıkılaştırılması, İstanbul Sözleşmesi'nin tartışmaya açılması, Karadeniz’de gaz müjdesi. Hepsi kendi başına birkaç aylık gündemi doldurabilecek başlıklar çok kısa bir süreye yığıldı. Tek tek başlıkların ne olduğu kadar hamle sağanağının şok edici bir hız ve yoğunlukta icra edilmesi önemliydi. Öyle de oldu. Kimileri olup biteni erken seçim habercisi saydı, kimileri gündem değiştirme oyunları diye değerlendirdi. “Bu işin arkası nasıl gelecek”, “hilafet ilanı mı yola çıktı, savaş mı kapıya dayandı” soruları sorulmaya başlandı. Ne erken seçim kapısı açıldı ne “gerçek gündem” kendini hissettirdi ne de savaş veya hilafet adımları sıklaştı.
Meselenin özü, hamlelerin öncelikli hedefi, acilen alınmak istenen sonuç fazla karmaşık değildi aslında. Yan amaçlar, gizli ajandalar, akıl ermez hesaplar dikkatten kaçsa veya fark edilemese bile, fazla sere serpe bir niyet kendini açık ediyordu: Yapabilecekleri, yapabilirlik kapasitesini ve gücü olağanüstü abartmak; karşısında durabilecek herhangi bir organize kuvvet olmadığını, niyet edeceklerin kapasite sorunlarının kendisinden de fazla olduğunu bariz biçimde ortaya çıkartmak. Bir taşla iki kuş. “Dedik mi yaparız, daha fazlasını da yaparız, kimse de bizi durduramaz” şeklinde özetlenebilecek bir toplam mesaj. “Eriyor, yönetemiyor, sıkıntıda laflarına aldırmayın, öyle bile olsa benim gücüm ve iktidarım; gözü karalığım ve saldırganlığım yerinde” demenin en düz ifadesi. Üstelik aynı anda hem içeriye hem dışarıya. Dış politika sorunları iç siyaset malzemesi olarak kullanılmakla kalmayıp, içerde uygulanan taktikler ve üslup dış politikaya da taşınmaya başlandı. Gerilim yükselterek veya aşırı zorlayarak karşı tarafın birlikteliğini bozmaya çalışmak, her meseleyi kişisel zemine çekmek, hak-hukuk ve diyalog seçeneklerini özellikle ezerek gücün diliyle konuşmak. Çok hamaset, bol gürültü, tatmin edici tehdit ve sadık destekçilerin gösteri soslarını da eksik etmemek.
Bu gürültülü atak döneminin incelikli bir stratejinin eseri olmadığını, yüksek bir siyasi zeka tarafından tasarlanmadığını başından itibaren düşünüyorum ama hem alınan sonuçlara hem de gelinen noktaya bakınca, bunun kanaatten daha belirgin bir durum olduğu söylenebilir. Ancak gayet açık ve son derece kaba olan hedeflerin önemli bir kısmının başarıldığı da ortada. Daha bir yıl önce ağır bir seçim yenilgisi almış olan, başta ekonomi olmak üzere sürmekte olan sorunların hiçbirinde mesafe alamayan -zaten böyle bir niyet göstermeyen-, hâlâ bir hikaye kuramayan iktidar, içerde ve dışarda gerilemekte olan ve zorda kalan bir aktör görüntüsünü soluklaştırmayı başardı. İçeride ve dışarıda kendisini durdurabilecek kimse olmadığını bir şekilde kabul ettirdi. Herkesi olmayacağı gayet açık olan kavgalara çağırıp, minderin (ringin) boş görüntüsünü ileri sürerek en azından böyle bir illüzyon yaratabildi. Fakat bu sonuç, -iddia edilenin aksine ve olması gerektiği biçimde- esnaf hesabıyla “zarardan kâr etme” veya zararı önemsizleştirme hamlesiydi, ileriye taşınabilir fazladan bir kazanç vadetmiyordu (araştırmalar da öyle söylüyor). Ayrıca atakların aynı yoğunlukta ve yüksek başlıklarla devam ettirilmesi için heybede yeterince -bazıları da fazla sağlam çıkmadı- turp yoktu. Oruç Reis’i Akdeniz’de durdurmaya kalkışacak çıkmasa da alıp gelebileceği bir şey de yoktu.
İktidar, karşısındaki herkesin ayarını bozacak bir süratle girdiği bu parkurda, -başlangıçta rakiplerinin- giderek kendi ayarını da bozarak ilerledi. Neticede herkesi sıkıştıracak yüksel gerilim üretmenin, üreten için de bazı maliyetleri var. Önüne çıkan veya kendisine yetişen olmasa bile, aynı hızda devam edecek yakıtta da sıkıntı var. Döviz politikasında olduğu gibi olan yakıtın tamamı hesapsızca harcansa da, kapasite eksiğini kapatmak için çıkılan bu hız seviyesinde ve solo performansta zaaflar, savrulmalar daha görünür oluyor. İstanbul Sözleşmesi’ndeki sert fren, 2. baro fiyaskoları ve Akdeniz efelenmesinin sonuçsuzluğu bariz örnekler. Peki bu kaba strateji tekleyince hız düşürüp yeni bir plan mı devreye alınıyor? Hayır. Onun yerine yapılabilirlik imkanları, daha düşük olsa da kışkırtıcılık dozu çok daha yüksek çıkışlarla sürdürülmeye çalışılıyor. Bahçeli tarafından işareti verilen, bazı AKP sözcülerinin de peşine takıldığı idam tartışması böyle bir girişimdi. Macron ile yaratılan aşırı kişiselleştirilmiş tartışma, sonuçsuzluğu telafi hamlesi gibi görünüyor. Kulislere sızdırılan siyasi partiler ve seçim yasası değişikliği hazırlığı ile yerel yönetimleri daha da sıkıştırma hamleleri de benzer başlıklar. Süleyman Soylu’nun Anayasa Mahkemesi’ne, Bahçeli’nin TTB’ye saldırmasını da özellikle not etmek gerekir.
Onlarca kere ısıtılmış ve artık iyice dibi tutmuş, en iştahlı savunucularının bile sonuç çıkmayacağına inandığı idam çıkışı, beklendiği gibi ciddi bir dalgalanma yaratmadı. Zaten meselenin asıl zorlu tarafı dış politikada ve yalnızlaşmayı tasfiye sınırına kadar yükseltmek çok beklenir bir hamle gibi durmuyor. Süleyman Soylu’nun sözleri de yüksek destek almayan kişisel bir çıkış sınırında kaldı, pek ilerletilmedi. Toplam seçmenin yüzde 60’ından fazlası, iktidar seçmeninin üçte biri tarafından inandırıcı bulunmayan salgın verileri üzerinden TTB’ye saldırmanın ise işe yaramak şöyle dursun, yine kendi tabanında tepki yaratmış olduğunu görmemek mümkün değil. Ancak bu denemeler devam edecek hatta daha organize bir hal alacak sanıyorum. Neticede bilgiden çok kanaat servis eden İletişim Başkanlığı yetmemiş gibi bir de “algı yönetim merkezi” oluşturuluyormuş. Metropoll’ün Özer Sencar tarafından açıklanan son anketinde yaz boyu süren atakların iktidar lehine pek bir sonuç üretmediği (muhalefet için de durum öyle) görülüyor. Yani bu kadar rüzgar, böylesi gürültü fazla bir değişiklik yaratmamış. İşte bu yüzden iktidar önümüzdeki günlerde “kitabın ortasından” ve en sonda söylenecek sözden başlayarak konuşmaya devam edecek. İbrenin biraz daha iç politikaya dönmesi ve daha dikenli mevzulara yayılması da kuvvetli olasılık.